53. BÖLÜM
"YIKIMIN ARDINDAKİ GÜRÜLTÜ"
Sanki annemle beraber sevgisiz geçen tüm o yılları da kaybetmiştim. Artık, annem de öldüğüne göre çocukken sevilmediğimi bilen kimse kalmamıştı.
"Mila, meleğim..."
Melek.
"Hazer..."
"Canım benim?"
"Annem de... her şeye rağmen melek olmuş mudur?"
Neden ölünce yaptığı, kötü hissettirdiği tüm o anlar uçup gitmişti? Neden zaten hayatımda hiç olmamasına rağmen onu kaybettiğimden ötürü ağlıyordum?
"Olmuştur güzelim."
Soğuktan kıpkırmızı olmuş elim, annemin saçlarında dolaşırken, "Kır düşmüş saçlarına," dedim farkında olmadan. Leo az ileride, hâlâ ağlıyordu. "Babam öldüğünde saçlarında hiç beyaz olduğunu hatırlamıyorum. Gençti, babamın kaç yaşında öldüğünü biliyor musun Han?"
Ellerini gövdeme sardı. Ne zaman gelmişti ki buraya? Annem öldükten kaç dakika sonra varmıştı yanımıza? "Mezar taşında görmüştüm," dedi.
"Yir... Yirmi sekiz. Seni tanıdığım yaşta ölmüştü babam, Hazer. Otuz bile olmadan."
Gözyaşım seğiren elmacıkkemiğimden düşüp annemin saçlarında kayboldu. "Mila," dedi Hazer, beni geriye çekmeye çalışırken. "Hadi, bırak, doktorlar alsın anneni..."
Doktorlar anneme bir daha uzanıp onu muhtemelen morga götürmek için hareket ettiğinde hıçkırarak kafamı iki yana salladım. "Por favor, por favor Hazer... Biraz daha bakayım, bir dakikacık Hazer..."
"Aşkım... Bak, Leo'nun sana ihtiyacı var, hadi."
"Tamam... Bir defa daha bakayım..."
Hazer'in doktorlarla bakıştığını hissettim ve elimin tersini annemin yüzünde son kez kaydırarak hatırlamayı istediğim her şeyi hafızama kaydettim. Beni hiç sevmeyen gözleri, benimkisine benzeyen burnu, kıvır kıvır saçları, yüzündeki kırışıklıkları... Her şeyi ve artık hiçbir değeri kalmayan yüzü... Bu yüze güvenip bıraktığı kızı, bu yüzle satın aldığı paraları, ölümü unutup yaşadığı hayatı...
"Hiçe giden bir hayat..."
Öldüğümde arkamdan bir kişinin bile böyle demesine izin vermeyecektim. Asla annem olmayacaktım.
"Sevgilim.” Hazer kar tanelerinin olduğu, artık soğuktan hareket edemeyen elimi tuttu ve kendisine çekip vücudumu çevirdi. Sanki ufalmış olan bedenim hayattaki tek aşkıma döndüğünde doktorların annemi sedyeye kaldırdığını fark ettim. Ağlamaktan ve soğuktan şişen gözlerim Han'ın gözleriyle birleştiğinde tombul ellerim gömleğinin yakalarını kavradı. Aşkım... Ben gece yarısı güneşiyim, neden o halde şimdi gözlerindeki o kahrın sebebiyim? "Biliyorum, şimdi canın çok yanıyor. Anlamıyorsun neler olduğunu. Fakat geçecek. Hadi güzel karım, kaldırayım seni."
Güzel karın olmasam tüm bunları yalnız başıma nasıl aşabilirdim? "Sen hiç ölmeyeceksin, değil mi Hazer?"
Üzerime ceketini sardı, dirseklerimden kalkmam için tuttu. "Sen ölmezsen ben de ölmem..."
"Leo da... ölmesin..."
Hazer beni dizlerimin üzerinden kaldırdığında vücudum ona yaslandı ve o sırada sedye arabasının ilerlediğini gördüm. Annemin elleri sedyenin iki yanından düşmüştü. Yanağım, Han'ın hızla çarpan kalbine yaslanınca ölümle yaşam arasında yalnızca bunun olduğunu anladım. Bu atışların.
"Anne..."
Leo'nun Kerem'in kucağından fırlayıp sedyenin ardından koştuğunu gördüğümde yüreğimden bir parçanın da kopup gittiğini hissettim. Hafızanız bazı anları hapsederdi ve bu hapis ruhunuzu da o ana tutsak ederdi. Kerem'in Leo'nun peşinden gidip onu yakaladığını, göğsüne bastırıp, "Ağlama aslanım," dediğini işittim. "Senin her şeyin zaten biziz, ailen biziz Leo.”
"Anne... Annemi bir daha göremeyecek miyim Kerem Abi?"
"Kurban olurum ben sana..."
Başımı, Hazer'in göğsünden kaldırdım ve âdeta donan ellerimle yüzüme gelen saçımı çekip kardeşime yürümeye başladım. Küçük vücudu ağladıkça titriyor, yumrukları şişmiş gözlerini ovuşturuyordu. "Leo, kardeşim, benim küçük aşkım..."
"Abla..." Yumruklarını gözlerinden çekip kesik kesik soludu. "Annem... beni hiç sevmeden mi öldü abla?"
"Sev... Sevdiği zamanlar oldu Leo." Yalandı ama doğrusu söylenmez bunun, bir çocuk böyle incitilmez.
"Çok titriyor çocuk..." Kerem'in telaşla Hazer'e baktığını hissettiğimde gözlerimi Leo'nun küçük ellerine çevirdim ve sabit duramadıklarını fark ettim. Başını sol tarafına, annemin öldüğü kar tanelerinin olduğu yere çevirdi ve nefes alamıyormuş gibi sesler çıkarmaya başladı.
"Leo! Leo! Bana bak, ablacığım..."
"Kar... Kardan nefret ediyorum artık abla..."
Dizlerim, nefret ettiğini söylediği karların üzerinde titrerken Leo'yu çekip göğsüme bastırdım ve o ağlarken asıl acıtanın sevgisizlik olduğunu anladım. Annem onun başını bir kez bile okşamadan ölmüştü. Leo'nun, onun ölümünü izlemesine sebep olmuştum. Hazer'in yanımızda eğilip ikimizin de saçlarını okşadığını hissederken, "Bir yerim acıyor abla," dedi Leo. Başı omzumda sarsılıyordu. Karlar hâlâ üzerimize yağıyordu. "Annem yok, babam yok... Senden başka kimsem yok abla.”
✨
Üç Gün Sonra
Artık Hazer'i tanımadan önceki yaşadığım hayata istemsiz şekilde dönmüş gibi hissediyordum. Geceleri kâbuslarımdan sıçrayarak uyanıyordum. O günden beri Hazer’le değil, Leo’yla uyuyordum. Yine bu gece yarısı da onun yatağında, gördüğüm kâbusla sıçrayarak uyanmıştım. Ve uyandığımda Leo'nun diğer gecelerde olduğu gibi bu gece de uyumadığını görmüştüm.
Ona sırtından sarılmıştım, beraber yıldızları izliyorduk. Bu geçen günler o kadar durgun ve hızlıydı ki sanki kendimizi hâlâ orada hissediyorduk. Ertesi gün annemi babamın olduğu mezarlığa gömdükten sonra eve girmiştik ve o günden beri dışarıya çıkmamıştık. Behram, Gazel, Kerem, Leyla sürekli geliyor, bizi asla ihmal etmiyorlardı. Fakat bugünlerde en çok ihtiyacım olan kişi Leo'ydu.
Öyle sessiz, öyle durgun, öyle bitkindi ki ona nasıl iyi geleceğimi düşünürken kendime nasıl iyi geleceğimi unutmuştum. Ve Hazer'e…
Ağzını bıçak açmıyordu. Yalnız duvarlara bakarak oturuyor, saatleri öyle geçiriyordu. Sadece Mustafa Kemal geldiğinde onun yanına oturuyor, konuşmasa da onu dinliyordu. Çok etkilenmişti, daha minicik bir kalpti onunkisi. Hem hiç sevilmediğini biliyordu hem de hiç sevilmediğini bildiği annesinin gözleri önünde ölmesine ne olursa olsun kayıtsız kalamıyordu.
Dakikalar sonra sadece ay ve gece lambasının ışığı olan odada sessizce yutkunup dudaklarımı Leo'nun altın rengi saçlarına koydum. "Ablacığım, neden uyumuyorsun kaç gecedir?"
Ben sormadıkça kendisi hiç konuşmuyordu. "Gözlerimi kapatınca... annemin yüzü geliyor önüme. Ne zaman gidecek Safir?"
Hemen hemen onun yaşlarında babamı kaybetmiştim. Ve unutabilmiş miydim babamın kendisini o ipe astığını? "Sen... gitmesini istediğinde Leo. N'olursun sen benden daha güçlü bir çocuk ol. Ben yeterince güçlü olamadım ama sen olabilirsin. Gözlerini kapattığında hayal kurabilirsin."
"Hepimiz bir gün ölecek miyiz abla?"
Ve beklediğim an gelmişti. Ölümle ilgili sorular sormaya başlamıştı, her çocuk farkındalığa ilk kavuştuğunda bunu sorardı. “Öleceğiz," dedim. "Fakat önce hepimiz yaşayacağız. Sen ve ben Leo, anne ve babalarımızın bize direttiği hayata rağmen hak ettiğimiz şekilde yaşayacağız."
"Mustafa anne diyor, sınıf arkadaşlarım an... anne diyor. Ben kimseye anne diyemiyorum."
"Senin de ablan var Leo."
Bacaklarını kendine çektiğini hissettim. "Çok mutsuzum abla."
Bunu ifade edebilmeyi öğrenmişti çünkü birdenbire büyümüştü. Kimseye dert olmamak için çırpınıyordu. "Geçeceğini söylesem bana inanır mısın Leo?"
"Kar yağmasın abla artık," dedi, benim soruma cevap vermek yerine. "Yağmasın artık." Kar ona annemin ölümünü hatırlatıyordu.
"Kışın kar yağar Leo, bunu durduramayız."
Onun küçük omzundan öpüp üzerimdeki yorganı kaldırdım ve yataktan çıktım. Çıplak ayaklarım yere değdiğinde ellerimi askılı pijamamın açıkta bıraktığı kollarımda dolaştırdım. Pencereye yürüyüp perdeyi, kar yağışını görmemesi için tamamen kapattım. Ona döndüğümde gözlerinin boşluğu seyrettiğini fark ettim. Dijital saate baktım, gecenin üç buçuğuydu.
"Akşam hiçbir şey yemedin Leo, sana süt ısıtayım mı?"
"İstemiyorum," diye aniden bağırdığında irkildim ve dudaklarımı çaresizce kapatıp açtım. Son birkaç gündür çok sakin olsa da zaman zaman bağırıyor, hırçın tepkiler gösteriyordu.
"Tamam ablacığım. Ben tuvalete kadar gidip geliyorum."
Tepki vermeden uzanmaya devam edince üzülerek iç çektim ve odadan ayrıldım. Hava almaya ihtiyacım vardı. Başım, üç gündür Hazer'i yalnız bıraktığım odamıza çevrildi. Kapı kapalıydı. Üzerime bir şey almaya gerek bile görmeden yavaşça ahşap basamakları indiğimde etrafın kapkaranlık olduğunu fark ettim. Doğrudan sokak kapısını açıp dışarıya çıkacaktım ama karanlıkta bir soluk hissettiğimde başımı koltuklara çevirdim. Bir gölge oturuyordu.
"Han?" dedim, ellerim kollarımdan düşerken.
"Karıcığım?"
Bir saniye içinde fark ettim. İçmişti. Hayret ettim, gecenin bir yarısı yatağımızdan kalkıp içki mi içmişti? Ne derdi vardı? Endişeli şekilde yürüyüp ayaklı lambayı yakınca etraf loş şekilde ışıdı. Başımı eğdim, koltukta oturmuş, dirseklerini dizlerine koymuş, elinde bir kadeh çeviriyordu.
"Neden içiyorsun?" diye sordum.
"Şaşkınım çünkü."
Son üç gündür hep benimleydi, işlerini erteleyip bizimle ilgilenmişti. Saçlarımı okşayıp uyuyakaldığım her yerde kaldırıp yatağımıza götürmüştü. Benimle de Leo’yla da kimsenin ilgilenmediği gibi ilgilenmişti. Birdenbire şimdi şaşkınım diyerek alkol almasına mana verememiştim.
"Neye şaşırdın da alkole başvurdun?"
"Sana."
Omuzlarım düştü. “Farkında olmadan bir şey mi yaptım?"
Kadehini kaldırıp kalan iki yudumdan bir yudum aldı. "Farkında olmadığını sanmıyorum."
"Neyi?"
"Özel Kuğu Gölü Müzikali’nden davet mektubu aldığını."
Orta sehpanın üzerindeki beyaz zarfı bir paçavra gibi önüme itti. Zamanlaması beklenmedik olan bu sır, suratıma bu şekilde çarpılınca önce ne diyeceğimi bilemedim. Doğru, bunu bir sır gibi saklamıştım ama o davet mektubunu atmaya da kıyamamıştım. Öğrenmesini hiçbir zaman istememiştim ama bu bana kızabileceği bir şey değildi ki…
"Ben... O davet mektubunu..."
"Gi... Gidecek misin?"
Başını, odaya girdiğimden beri ilk kez kaldırıp gözlerime baktığında birkaç saattir uykusuz olduğunu anladım. "Hayır," dediğimde büyüyen gözbebeklerinin yavaşça küçülmesini izledim. "Ben sadece sakladım, gitmemeye karar verdiğim içinde söyleme gereği duymadım. Hem… bunu daha sonra konuşsak?"
"Yanımda uyumadığın kaç gün sonra?"
Ah, inanamıyordum. Bunu dert mi etmişti? Ben... Leo'nun ihtiyacı olduğu için onunla uyumuyordum, başka bir sebebi yoktu ki. Böyle çok içtiğinde kontrol kaybı yaşıyordu. Hayır, benzer şeyleri duyamazdım, bu gece olmazdı.
"Leo'nun bana ihtiyacı vardı Han, biliyorsun..."
"Onu da alıp yatağımıza gelebilirdin, gitmek yerine..."
Gözlerimi gözlerinden çekmeme darılmış gibi bu kez de kendisi gözlerini benden çekti ve kadehte kalan son yudumu içip bardağı kenara koydu. Beni özlemiş miydi? Bu yüzden mi direkt bana bunu söylemişti?
"Üzgünüm, bunları seninle şimdi konuşamam," diyerek ona arkamı döndüm.
Ben salonu terk ederken, "Peki," dedi yalnızca. "Haklısın, şimdi benim sıram değil. Sonra... konuşuruz."
İlk basamakta durdum ve üzülerek arkamı döndüm. Geriye yaslanmış, başını koltuğun arkasına bırakmıştı. Soğuk olmasına rağmen üzerinde hiçbir şey yoktu. Beni çok seviyordu, benimle çok fazla ilgileniyordu ve ilgim ondan başka bir şeye doğrulduğunda kıskançlık duyup kıyasa başlıyordu. Bunu, kendini durduramadan yapıyordu. Bir de ondan sakladığım sırrı öğrenince...
"Ben olmasam gider miydin?" diye sordu, benim hâlâ burada olduğumu hissettiğinden.
"Sence..." Alttan almaya çalışıyordum ama varlığı çok ağırdı, nasıl hafife alabilirdim? "Bunları konuşmanın zamanı mı?" Değildi. Bunu onunla konuşabilirdim ama o an olmazdı. Şimdi değil sevgilim. Elini alnına götürüp parmaklarını şakaklarında dolaştırdığını gördüğümde onu iyi etmek için kendime verdiğim sözü hatırladım.
"Gitmenden... korktum," dediğinde kalbini neyin acıttığı ortaya çıktı.
Halsizce basamakları çıkmaya devam edip, "Seni bırakıp hiçbir yere gitmem," dedim. Neden kıskançlığın gözünü kör ediyor da sevgim etmiyor? Neden sevgim galip gelemiyor kıskançlığına karşı? Koridoru dönmek üzereyken arkama dönüp baktım ve siyah beyaz bilekliklerine bakarak bir şeyler söylediğini gördüm. İçimi çektim, bu güzel adama duyduğum aşk ve şefkatin sonu yoktu.
Yatak odamıza gittim ve bana iyi geleceğini bildiğim için onun yastığına başımı koyup üzerinden çıkarıp yatağın kenarına koyduğu gömleği aldım. Yatak soğuktu, uzun süre önce terk ettiği belliydi. Kendimi kaybetmiş gibi hissediyordum. Annemi çok sevmediğimi biliyordum, uzun süre önce bu sevgiyi o küçücük bedenimde bırakmıştım. Fakat ölümüne bu şekilde yakalanmak... Gözlerimin önünde, tıpkı babam gibi ölmesi… Yalnızca annemin acısını değil, babamın da acısını yaşıyordum. O günleri hatırlıyordum. O acıyı hatırlamak bile o acıyı tekrar hissediyormuşum gibi geliyordu.
Hazer her konuda çok anlayışlı, tahammül dolu, sabırlıydı. Sevgisini çok nazik, yardımsever şekilde ifade ediyordu. Sadece kendini diğer sevdiğim şeylerle kıyaslama huyu vardı her ikimizi de inciten. Ne yapabilirdim? Korkuyordu işte bundan. Ona anlayışsız davranamazdım ki. Sadece... bunları düşünemeyecek kadar zor günlerden geçiyordum.
Odanın kapısı gıcırdayınca onun geldiğini anladım. Avuçlarımdaki gömleği sıkarken gölgesi de gözüme çarptı. Yatağın diğer tarafı hafifçe çökünce gözlerimi ona çevirdim. Uyuşuk, kızarık gözleri benimle buluşunca, "Konu sen olunca kontrolümü sağlayamıyorum," dedi. Elini uzattı ama başka bir güç elini geriye çekmiş gibi bana dokunmakta kararsız kaldı. "Nereden sardım bu adamı başıma diyor musun?"
Yine kafasında kuruyordu... İstediği başka zaman tüm bunları konuşurduk ama gerçekten halim yoktu. "Hiç demedim öyle bir şey."
"O zarfı görünce... gideceğini sandım. O yüzden davetiyeyi sakladığını düşündüm." Elinin içiyle yüzünü sertçe ovalayıp parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. "Fakat... gitmeye hakkın olduğunu da biliyorum. Sen her şeyin en güzelini hak... ediyorsun."
"Her şeyin en güzeline sahibim," dedim. Bunu böyle hissettiğim için söylediğime yemin edebilirdim, onu avutmak için söylemiyordum. O olmasa dünyama tahammül edemezdim.
Elini derhal kalbindeki elimin üzerine koydu. Böyle yapınca kalp atışları daha net hissedildi parmaklarımda. Annemi kaybettiğimde bile böyle olduysam Hazer Han'ı kaybettiğimde nasıl olurdum? Bunu düşünmemin bir manası yoktu fakat insan birini kaybettiğinde çevresindeki diğer insanları da kaybederse diye düşünürken buluyordu kendini… Bu gözlerimi doldurdu, hatta bununla yetinmedi, gözyaşları akmaya başladı. Bir de üstüne elimi komodine çarptım…
Ağladığımı anlayan Hazer, "Özür dilerim, yerli yersiz konuşuyorum," dedi derhal. Başını benimle yastığa koyduğunu hissederken elimi önüme çektim. "Sadece... Gideceğini sanıp korktum. O yüzden bir anda saçmaladım! Üstelik gitmek istesen gitme demeyeceğimi bildiğim için..."
"Bu... Buna ağlamıyorum," diyerek kasılan vücudumu serbest bıraktım ve son günlerde olduğu gibi aniden ağlamaya başladım. Gözyaşlarım yastığımıza dökülürken Hazer'in nazik elini saçlarımda hissettim. "O zaman neden ağlıyorsun melek karım?"
"Komodine çarptım... Elim acıyor."
Gözlerini, kalbimin üzerindeki ellerimde gezdirdi. "Elim acıyor diyorsun ama kalbini tutuyorsun Mila."
Kolları vücuduma bir şekilde dolandı, sıcaklığını hissettirdi. Parmaklarının dizilimi çok belliydi, halsiz bedenime yumuşakça temas ediyordu. Ben de onunla aynı şeyleri düşünüyordum. Bilmediğimi sanıyorsa yanılıyordu.
"Leo'ya... nasıl iyi geleceğimi bilmiyorum Hazer."
"Sen büyümüş bir kalbe bile iyi geldin. Onun gibi minicik bir kalbe iyi gelmemen mümkün değil."
Gözlerimi bir daha açmadan bana eziyet veren düşüncelerle içimi çekmeye başladım. Kendimi dirayetli, sakin sanırdım ama bu kez öyle davranamıyordum.
"Seninki zaten elmas bir kalpti," dedim sessizce.
Yatakta kıpırdandı ve yüzü birkaç saniye sonra karnıma yaslandı. Yüzü oraya gömülünce sıcaklığı da beraberinde geldi. Hareketlerinde sarhoşluğun verdiği uyuşukluk vardı. "Sen beni bırakma... Beraber her şeyin üzerinden geliriz Mila. Yemin ederim geliriz. Ama birbirimiz olmazsak ne yaparız, bir düşünsene? Korkunç olmaz mıydı? Hayat bir eziyet olmaz mıydı?"
Anlamıştım, bunu düşünmeye devam edecekti. Gitme ihtimalim üzerine düşünecekti. Ne yazık ki bu kez onu teselli edecek kadar iyi değildim, kelimeleri yan yana getiremiyordum. Hazer hâlâ bir şeyler söylüyordu, sanırım birkaç dakikaya sızacaktı. Daha önce hakkında düşünmüştüm. Her yaştan bir adamdı ve o an çocuk gibi davranıyordu. Bana hiç sus demediği için ne kadar konuşursa konuşsun ondan susmasını asla istemeyecektim.
"...hem benim annem senin de annen Mila. Hatta bazen seni benden çok sevdiğini bile düşünüyorum."
Uykuya dalmadan önce bunları duydum, sadece kendi sevgisinin yetmediğini sanarak diğer insanların da bana olan sevgisinden bahsediyordu. Uyuyakaldığımdan çok zaman sonra uyandığımda günün aydığını gördüm. Kar yağışı gün ışıklarının içeriye süzülmesine engel olsa da dijital saat dokuz buçuğu gösteriyordu. Gözkapaklarım şişti ve sızlıyordu. Fakat kalkmam lazımdı, kardeşimle ilgilenmeliydim. Yataktan doğrulurken Hazer'i uyandırmamaya dikkat ettim ve başını yastığa koyarken, "Başım," diye sızlandığını duydum. Kaşlarını çatıyordu, yatakta dönemeyecek kadar bitkindi. "Mila, sen misin?"
"Başka kim ilgilenebilir seninle, benden başka?" Ona gülümsedim.
"Gözümü açacağım aşkım ama... açamıyorum."
Siyah örtünün ucuna uzandım ve onun omuzlarına çekip dağınık saçlarına, tenindeki yıldız değerindeki çillere baktım. Parmaklarım o çok sevdiğim saçlarının arasından geçerken, "Bir şiir olsam yalnız sen okuyabilirmişsin gibi," diye fısıldadım.
"Ben size yemek hazırlarım Mila..." Üç gündür bunu bizzat kendisi yaptığı için yarı uyur vaziyette bile bunları fısıldıyordu. "Sen yorulma. Ama Leo hiç yemiyor..."
Kuruyan boğazımı ıslatıp bir insanın sanata duyduğu tüm ihtiyacını karşılayan çehresine dakikalarca bakıp kalktım. Bir duş aldım, temiz kıyafetler giydim.. Bu sabah artık kahvaltıyı ben hazırlamalıydım, Leo nihayetinde en çok bana bağlı ve düşkündü. Saçlarımı makyaj masasından aldığım lastikle bağladım ve inip Leo için süt ısıttım. Ellerim çok solgundu, bunu ona tost hazırlarken görmüştüm. Onu yatağından çıkarmak, bizimle konuşmasını istiyordum.
"Safir Safir Safir," diye ötmeye başladı Fıstık, o sırada.
"Bu Fıstık hiç susmuyor!"
Leo'nun sesini duyunca arkama döndüm. Ona dün gece zorla giydirdiğim pijamalarının içinde, basamakların üçüncüsünde dikiliyordu. Altın renkli saçları karman çorman olmuştu ve gözleri felaket kırmızıydı. "Kimseden susmasını isteme," dedim.
"Başımı ağrıtıyor," dedi bu kez. Sesi hırçındı. "Enişteme söyleyeceğim, onu göndersin."
Böyle hırçın davranmasının sebebi çok belli olduğu için kızmam sözkonusu olmadı. "Enişten kuşunu çok seviyor."
"Hani beni de seviyordu? Hani oğlu yerine koymuştu beni? Neden istediğimi yapmasın ki?"
"Elbette makul olan her şeyi yapar Leo fakat sen bunu istediğine emin misin?"
Gözlerini benden alıp kafeste çırpınan kuşlara çevirdi ve sonra omuzlarını silkip salona baktı. Dün akşamdan kalma içki ve viski bardağını gördüğünde rahatsız hissettim. Derhal yaklaşıp orta sehpadan onları alırken, "Senin için tost yaptım," dedim gülümsemeye çalışıp. "Süt de ısıttım."
"Yemek istemiyorum. Sen ye." Sesi titriyordu. "Ya da Fıstık yesin!"
Espri yapmaya çalışarak, "Fıstık'ı mı kıskanıyorsun?" diye sordum.
Elimdekilerle mutfağa dönerken bakışları beni takip etti. "Ne kıskanacağım? Onun da annesi yok hem!"
Neredeyse kadehi elimden düşürüyordum, son anda tezgâha bıraktım ve bu durumla nasıl mücadele edebileceğimi bilemeyerek etrafıma bakındım. Annesi hiçbir zaman hayatında yoktu, onu üzen de annesinin sevgisini hiç hissedemeden ona veda etmesiydi.
“Annesi olmasa da sahip olduğu sevgi ona yetiyor,” dedim, elimi kafesinden içeriye uzatıp Fıstık’ın tüylerini okşayarak.
“Öğretmenim neden o zaman hiç kimse annenizin yerini tutmaz dedi?”
Halsiz adımlarımı kardeşimin yanına sürüyerek olduğu basamağa çıktım. Ufacık elinden sevgiyle tuttum. “Öğretmenin öyle dedi fakat ben aksini diyorum. Bazı sevgiler anne sevgisinin yerini tutar. Söyle, eniştenin sana ve bana olan sevgisi, anne sevgisinin yerini tutmuyor mu? İkimiz de onun yanında ailemizin yanındaymış gibi güvende hissetmiyor muyuz?"
Bunu inkâr edemezdi. Leo onunlayken çok özgür, mutlu bir çocuktu. Elini tutan elime bakarak, "Bir gün Oğuz Asaf gibi çocuğunuz olacak," dedi. Sözcükler dudaklarından çıkarken çenesi titriyordu. "Onu seveceksiniz. Anlıyor musun işte! Anneler en çok çocuklarını sever! Babalar da! Bu yüzden yerini tutamaz."
Elini çekip bana arkasını dönünce, Bu kelimeleri duyduğum için ne kadar üzüldüğümü bir bilse… diye düşündüm. "Leo, böyle yapma. Benimle konuş, ne hissettiğini söyle!" diyerek arkasından gittim.
"Keşke olmasaydım!”
Odasına girerken bunları söyledi ve kapıyı bir anda sertçe kapatınca olduğum yerde sıçrayıp direkt yatak odamıza baktım. Bu evde kapılar asla böyle kapanmazdı, Hazer bundan çok korkar ve nefret ederdi. Hazer'in uyanmadığını anlayıp odasının kapısını yavaşça açtım. "Leo, lütfen kapıyı çarpma."
Pencerenin önünde dikilmiş öfkeyle perdeleri çekiştiriyordu. "Hep kar yağıyor, hep!"
Gözlerim yine dolmaya başladı. "Leo, böyle yapma. Kendini paralama. Çok üzülüyorum."
Bana dönüp hızla üzerime doğru yürümeye başladı ve ellerini karnıma koyup dışarıya doğru ittirmeye başladı. "Git buradan! Git! Seni de istemiyorum."
Onu ilk kez bu kadar hırçın görüyordum. Dirseklerinden nazikçe tutup, "Birbirimize sadece biz yardım edebiliriz," dedim sesimi yükselterek. "Görmüyor musun Leo? Birbirimizden başka kimsemiz yok!"
"Asıl benim kimsem yok!" O beni iterken daha fazla yorulmasın diye çıktım ve Leo kapıyı ikinci kez suratıma çarptığında tırnaklarımı yemeye başlayıp sırtımı koridor duvarına yasladım. "Leo, canım kapıyı öyle kapatmamanı istedim. Enişten... uyuyor."
Kendi acımı bir köşeye, soğumaya bırakmıştım. Yalnız Leo'nun gelişimi için ona yardımcı olmak, annesinin gözleri önünde öldüğünü unutturmak istiyordum fakat nasıl yapacağımı hiç bilmiyordum. Leo benimle inatlaşmak ister gibi odasının kapısını açıp açıp sertçe kapatmaya başladığında ağzımı açamadan onu izledim. Hazer kapı çarpılmasından nefret ederdi. Ona Adem'in salıncaktan düştüğünü hatırlatıyordu.
"Leo," dedim bir daha. Kapıyı öyle sert kapatıyordu ki menteşelerden ses geliyordu. "Enişten bu sesten korkar. Lütfen kapıyı öyle kapatma."
"Kocaman o, neden korksun?"
Onu durdurmayı bir daha denemek için kapıya ilerledim. Durdurmayı denemekten korkmamın sebebi daha da hırçınlaşmasıydı. Avuçlarımı kapıya bastırıp, "Doğru, o kocaman bir adam ama çok da korktuğu şeyler var," dedim. "Sadece küçük çocuklar korkmaz ki, biz yetişkinlerin de korkuları var."
"Ama yine de onun annesi var," diyerek kendini kapıya yasladı ve tüm gücüyle ittiğinde sertçe çarpıldı. Aynı zamanda başka bir kapı sesi duyunca dolan gözlerimi yatak odamıza çevirdim. Hazer kapıyı açmış büyüttüğü gözleriyle buraya bakıyordu.
"O ses neydi?" diye sordu, omuzları hızla alçalıp yükselirken.
Titreyen altdudağımı ısırıp onun korkusunu tetiklediğimiz için üzgün bir halde başımı önüme eğdim. "Öz... Özür dilerim. Leo, kapıyı çarptı da."
O kadar derin bir nefes aldı ki aramızda mesafe olmasına rağmen duydum. Yanıma yürümeye başladığını anladım ve benim gibi kapının önünde durunca eli yüzüme doğru uzandı. Parmakları çenemden tutup yavaşça yüzümü kaldırdı ve göz göze geldiğimizde bakışlarındaki gerginlik kırıldı.
"Son günlerde çok hırçın değil mi?"
Bu cümleyi bekliyormuşum gibi gözyaşlarım serbest kaldı. "Si. Ne yapacağımı bilmiyorum Hazer."
Bana cevap vermek için dudakları birbirinden ayrıldı ve o sırada Leo kapıyı bir daha sertçe açıp kapatınca Hazer deyim yerimdeyse yerinden sıçrayıp başını kapıya çevirdi. Çenemi okşayarak diğer eliyle odanın kapısına yavaşça vurdu. "Leo, dışarıya çıksana aslanım."
"Çıkmayacağım. Gidin."
İnada bindirmişti. Gerçekten, böyle şeyler hiç huyu değildi ama şahit olduklarından sonra sağlıklı tepkiler vermesi zaten imkânsızdı. "Çocuk o bebeğim," dedi ve kapının kulpunu açmak için uzandı. "Leo? Oğlum kızıyorum ama hadi dışarıya çık, ablanı da üzüyorsun!"
"Hemen kız zaten," dedi Leo, alıngan bir tavırla.
Kapıyı kapatıp açmaya, tepki verdiğimiz ve muhtemelen ilgi çekmek için devam ediyordu. Hazer'in çıplak omuzları sertçe inip kalkarken, "Oğlum, kapıyı öyle vurma," dedi. Bu sesi onu inanılmaz etkiliyordu.
"Ben senin oğlun değilim!"
Hazer bir saniye durdu ve elini yüzümden çekip tamamıyla kapıya döndü. "Oğlumsun," dedi sert bir vurguyla.
"Vuracağım," diyerek kapıyı Hazer'in suratına bir daha çarpınca tuttuğum kolunun kaskatı kesildiğini fark ettim. Endişeyle gözlerimi yüzüne diktim, çenesi kasılıyordu. Bu tepkiler onun kontrolünde değildi, göz kırpmak gibi bir şeydi. "Al, vuruyorum!"
"Elini kapının arasına sıkıştıracaksın," dedim, korkularım su yüzüne çıkarken.
"Annem umursamıyordu, sen neden umursuyorsun ki abla?"
"Leo, seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun..."
Hiçbir şey demeden ayarlanmış bir robot gibi kapıyı açıp kapatmaya devam ettiğinde Hazer elini kapının kulpundan çekip bir adım geriye çıktı. Bir elini gri eşofmanının cebine yerleştirip diğer eliyle burun kemerini sıktı. "Beni duymuyor musun Leo? Kapıyı çarpma."
"Sus enişte."
Hiç ara vermeden kapıyı vurmaya devam edince özür dileyen gözlerle Han'a baktım. Bizimle annemin acısını çekmek zorunda değildi, bize zaten çok iyi ve anlayışlı davranıyordu. Fakat... Leo'ya asla kızamazdım, onun da kızmasını istemezdim. Hazer'in de böyle bir şey yapmayacağını biliyordum ama... korkuyordum. Leo bu kez kapıyı daha öncekilerden bile sertçe örttüğünde Hazer sıçrayıp geriledi ve kapıya bakıp arkasını döndü. Omuzlarımı düşürüp üzgünce sırtına bakarken, "Bir telefon görüşmesi yapacağım," diyerek kaçar gibi odamıza döndü.
Sol omzumu kapıya yasladım. "Leo. Lütfen. Çok üzülüyorum. Haklısın, ben annen değilim ama yemin ediyorum seni, onun sevebileceğinden de fazla seviyorum. Bak, benim babam da gözlerimin önünde öl... ölmüştü, şimdi de annem öldü. Neler hissettiğini çok iyi biliyorum. Neden acılarımız bu kadar aynıyken kendini benden ayrıştırıyorsun?"
Belki bu söylediklerimi anlamak için küçüktü, onun dilinden konuşmalıydım ama onun dilinde hangi kelimeleri kullanmam gerekiyordu? Gözyaşlarım görüşümü kapatırken Leo'dan aldığım tek cevabın sessizlik olması beni bir daha kırdı ve aynı zamanda burnuma bir koku yükseldi.
Yanık kokusu. Tost makinesi.
Bedenim dehşetle hareket etti. Basamakları koşarak indim ve sol tarafa dönüp mutfağı görünce bilinçsiz bir çığlık attım. Tost makinesinin kablosunda görünen alevler, bir an bana bilinç kaybı yaşattı ve ne yaptığımı bilemeden kendimi tezgâhın önüne attım. Korku boğazıma zift gibi yapışmıştı. Tezgâhtaki bezi aldım ve kablodaki ateşin üzerine vurmaya başlarken ağzımdan seçemediğim kelimeler döküldü.
"Mila, bebeğim," diye bağırarak Hazer'in basamakları indiğini algılayabildim.
Görüşüm bulanıktı. Bezi ateşe vurup söndürmeye devam ederken vücudumun geriye çekildiğini hissettim ve belim tezgâhın diğer tarafına çarptı. Hazer benim önüme geçerek koltuktan aldığı battaniyeyi hızla makinenin üzerine vurup ateşleri kapattı. Ellerimde sıcağı, bileklerimde sızıyı hissediyordum. Hazer'e yaklaştığımda bir elinin tersiyle beni itip, "Dur," diye bağırdı.
"Ellerin..."
Battaniyenin altında havasız kalan ateş görünmez oldu ve Hazer birkaç kere daha battaniyeyi sertçe vurup ateşi tamamen söndürdü ve direkt salona koşup ışığı yaktı. Salon aydınlanmadı, şalterler atmıştı. Durup gözlerini kapattı ve sesli nefesler vererek, "Hay sikeyim," dedi. "Hay sikeyim!"
Yangının çıkmamasına ve ateşin sönmesine duyduğum rahatlıkla hıçkırıp ellerimi yüzüme kapattım. Böyle dikkatsiz davranarak ne yaptığımı sanıyordum? Yetişemeseydik, ya elektrikle beraber makine patlasaydı ve önünü alamayacağımız bir yangın çıksaydı?
"Aşkım bir şey yok, geçti," diyen kocamın ellerini yüzüme kapattığım ellerimde hissettim. Omuzlarımı sallayarak özürler dilerken parmaklarımı suratımdan kaldırıp yüzüme doğru alçaldı ve gözlerimin içine baktı. "Bebeğim, ev kazası yalnızca."
"Leo için... tost yapmak istemiştim."
Yumuşattığı bakışlarını ellerime indirdi ve ellerimin kızardığını görünce derhal beni lavaboya çekiştirdi. "Evet, biraz kömürleşmiş bir tost."
Suyu açıp ellerimi, kendi elleriyle beraber ıslatınca tenimdeki yanma hissi saniyelik olarak kayboldu. "Unuttum," dedim.
"Bana da tost yapmayı mı?"
Ağlamayla gülme arasında bir ses çıkarıp yüzümü göğsüne sürttüğümde ellerimi kibarca okşayıp suyun altından çekti. Beni bırakıp mutfaktaki ilkyardım dolabına uzandı ve yanık merhemi alıp döndü. Derhal avuçlarımdaki izlerin üzerine sürdü, bir yandan da üflüyordu.
"Tost makinesi almamız gerekecek," diye saçmaladım.
"Onu da alırsın bir zahmet," diyerek gergince gülümsedi.
"Ben de sana süreyim," diyerek elindeki merhemi aldım ve çok yumuşak hareketlerle ellerine sürüp üfledim. "Acıyor mu?"
"Şu, yüzünden akan bir tanecik gözyaşının acıttığı kadar değil." Diğer elinin içiyle, çok sevdiğini her fırsatta söylediği çillerimin üzerinden akan yaşları silip dudaklarını alnımda dolaştırdı.
"Çok korktum, bir an evimiz yanacak sandım."
Kafasını biraz geriye itip gözlerimin içine bakınca, asıl evin neresi olduğunu kavradım. "Sana ve oğluma bir şey olmadıkça sorun yok," dedi.
Leo'yu sahiden oğlu yerine koyması gözlerimin onu uzun uzadıya izlemesine sebep oldu. Bakışlarının derinliğindeki ihtiyaç, aşkım için dile gelmiş gibiydi. Gözyaşlarımın akması ona öyle ıstırap veriyordu ki bu, yüzündeki her çizgiden okunuyordu. Başımı yorgunca göğsüne bıraktığımda basamakta bir ses duydum ve onun sırtının yanından kafamı çıkardım. Leo şaşkınca tost makinesine bakıyordu. Ne zamandır oradaydı? Muhtemelen çığlık atınca Hazer'in arkasından o da inmişti.
"Tostun kömür oldu," dedim, ellerimi Han'ın beline yerleştirirken.
Yüzünden yaşlar akıyordu, onları silerek gerilemeye başladı ve arkasını dönüp koşarak basamakları tırmandı. Az sonra odasının kapısı çarpılınca Hazer ürperdi ve çenesini başıma yaslayıp, "Bir pedagoğa ihtiyacı var," dedi.
Si, öyleydi. Psikolojisini ve hissettiklerini ne yazık ki benden daha iyi fark edebilecek kişiler vardı. Keşke benimle konuşsaydı ama geçen üç gün boyunca konuşmamıştı. Yanağımı kalp atışlarının üzerine koyup mutfağın camından dışarıya bahçeye baktığımda kar yağışı altında dikilen, henüz içeriye girmemiş olan Kerem'e baktım.
"Kar gördüğünde o kadar kötü oluyor ki aşkım. O günkü soğukluğu hissediyor, belki annemin ona dokunan buz gibi elini... Sürekli perdeleri çekiştiriyor, tahammül edemiyor."
Ellerini belime koyup ayaklarımı yerden kesti ve beni salona götürdü. Dün gece oturduğu koltuğa oturup beni de dizinin üzerine yerleştirdi.
"Kerem neden içeriye girmiyor?" diye sordum.
"İçi sıkılıyor."
"Bizim yüzümüzden. Herkesin burnundan getiriyoruz."
"Bana onca şey diyorsun Mila... Fakat yalnızca kendini önemsemeyip kendine haksızlık ettiğinde sana sus demek istiyorum." Burnunu şakağıma yaslayıp kokumu içine çekti. "Ama diyemiyorum, diyemem. Evlendiğimizden beri bir hata bile yapmadım, yapmak istemiyorum."
Tek hatası evlenirken olmuştu. O nikâh masasının heyecanını bir saniye bile çıkaramamıştım. Buna sebep olan o muydu yoksa imkânlar mıydı? Düşünmedim, üzerinde durduğum her şey benim kalbimde bir taş gibi duruyordu. Kolumu boynuna sarıp parmaklarımı saçlarının arasına koyduğumda Hazer halsizce gülümsedi. "Demek Leo kar yağdığında üzülüyor."
"Hem de nasıl aşkım. Dün gece bana, ‘Kar yağmasın abla artık,’ dedi."
Elinin içi dirseğimden aşağısını okşarken, ıslak kirpiklerimi kırpıştırdım ve eline bakınca, "Yüzüğün nerede?" diye sordum. Az önce merhem sürerken fark etmemiştim dalgınlıkla.
Burnumu çekmeme dudağının kenarını kıvırdı. "Siktir ya," dedi yanağını omzuma sürterek. "Dün gece sevgilimin evinde unuttum..."
"Biraz bile komik değil Hazer. Minicik bile komik değil. Sana hiç yakışmıyor."
Yanağını omzuma sürtüp bana sarılmaya devam edince parmaklarımı sırtında dolaştırdım ve kalbinin tersini okşayıp kaburgalarına indim. Onunla uyurken, ona sarılırken ve birlikte otururken rahat olmayı değil, en mümkün şekilde yakın olmayı istiyordum. Kerem'in bahçede bir sağa bir sola doğru yürüdüğünü görürken, "Üşüyecek," dedim.
"Tabii sen biz erkeklerin askerde eksi on derecede bile nöbet tuttuğunu bilmiyorsun."
Fakat burası askerlik değildi, göz göre göre üşümesine yüreğim el vermezdi. Gözlerim o gün de aynı böyle uçuşan kar tanelerini izlerken, "Sen askerliğini nerede yaptın?" diye sordum.
"Mersin."
"Ankara çıkmadığı için üzülmüşsündür."
"Epey."
Bundan şüphe bile duymazdım. Ankara'yı seviyordu. Oralı olmayı da. Ee, ben de Ankaralıydım artık. Peki ya Leo? Annesi İspanyol'du, babası nereliydi? Hazer mesela, beni de çok seviyordu. Bana bir keresinde, "Ben bir şeyi sevmeyegöreyim, belası olurum,” demişti. Düşününce... Sevdiği her şeye tutkuyla bağlıydı. Beni sayısız kere bulutlara çıkaran bu adamın kucağına sığınarak yüzümü aşağıya eğdim ve dudaklarımı kulağına yaklaştırdım.
"Annem... Leo'nun babasının kim olduğunu, ölmeden önce kulağıma fısıldadı."
✨
Gazel Çidamlı
"Safir ve Leo çok üzgün olmalı," dedi Muazzez mutsuzlukla.
Eldivenli ellerimin içindeki kar tanelerine dokunarak üzgün şekilde başımı salladım. Kardeşim sahiden mutsuz ve dertliydi. Annesinin ölümünden tahmin ettiğimden fazla etkilenmişti. Leo da annesinin gözleri önünde ölmesinden sonra öyle hırçınlaşmıştı ki evlerine gittiğimiz birkaç sefer boyunca bizim suratımıza bile bakmamıştı. Çok üzgündüm onlar için. Fakat Oğuz Asaf'ı yalnız bırakamayacağım için Safir’le çok fazla ilgilenemiyordum, bu da bana kötü hissettiriyordu.
"Ne Safir'in ne benim ne de Leo'nun doğduğumuzdan beri iyi bir kaderi oldu," dedim, avcumu açıp kar tanelerinin içine düşmesine izin verirken. Muazzez yeğenini görmek için biraz önce bize gelmişti ve evin arkasında, bahçede kar topları yapıp konuşuyorduk.
Elini uzatıp dostane bir tavırla omzumu sıvazladığında, "Neyse ki Safir, Hazer'e, ben de abine sahibim," dedim gülümseyip.
Bakışlarını kaçırıp, "Neyse ki," dedi. Kar yağışı ve soğuk hava yanaklarını kızartmıştı. "Ve bir de minik yeğenime."
"Halacık," diyerek elimdeki karları suratına fırlattığımda gülümseyip eğildi, yerden kar avuçladı. Kafamı iki yana sallayarak geriledim ama o kar suratımda dağılınca pes edip inledim. Muazzez’le iyi anlaşıyordum, bir de sanırım yeğeni doğduktan sonra bana olan sevgisi epey artmıştı nedendir bilinmez. "Eee, yok mu senin bir erkek arkadaşın?"
Bakışlarını kaçırdı. Hâlâ Hazer'e mi âşıktı? Bu konuyu onunla hiç konuşmamıştık çünkü Safir'in arkadaşı olduğum kadar da onun yengesiydim ve bu konunun hep dışında kalmıştım. Muazzez'in Han'a boş olmadığını onu gördüğüm ilk an anlamıştım zaten… Saçlarımdaki karları silkerek, "Hazer'i unutmalısın," dedim üzgünce. Bunu Safir veya Hazer için değil, onun için istiyordum. "Söylememe gerek yok, sen de biliyorsun onların birbirini sevdiğini. Kendine bunu yapma. Onlar birbirleriyle mutluyken sen yalnız, mutsuz olmayı hak etmiyorsun."
Bana kızmasından endişe etsem de gözlerinde, yüzünde bir öfkeye rastlamadım. "Artık bir erkek arkadaşım var," dedi.
"Hadi canım."
"Oğuz Asaf."
Gözlerimi devirip yanaklarımı şişirdim. "Oğluma sulanma."
Omuzlarını tatlı şekilde silkip şalına düşen karları temizlerken, "Uyanmış mıdır?" diye sordu. "Onu sevebilir miyim artık?"
"Sen önce konuştuklarıma bir cevap ver," dedim, gözlerinin içine bakarak. Göz şekli abisiyle birebir aynıydı. "Sen çok hoş, donanımlı, temiz kalpli birisin. İkinci kez, daha fazla sevebilirsin birini."
"Gazel... Bunları, beni düşündüğün için söylediğini anlayabiliyorum," dedi. Boydan dar kesim bir elbise, üzerine pelüş mont giymişti. Yanıma kadar yürüyüp gözlerimin içine baktı. "Fakat... bir erkekle olmadan da yaşayabilirim, değil mi? Hazer'e olan duygularım kendiliğinden de bitebilir, bunun için başka bir erkeğe ihtiyacım yok."
Suçlulukla altdudağımı ısırdığımda, "Hem Hazer'e açıldıktan sonra daha rahatım," dedi, dudaklarını kıvırarak. "Eskiden, bu duygular daha fazlaydı çünkü sürekli saklama gereği duyarak o duyguları daha fazla düşünüyordum. Şimdiyse hiçbir şey için kuruntu yapmıyorum ve gerçekten Hazer'i neredeyse hiç düşünmüyorum."
Belki de Muazzez'in duygularını büyüten şey Hazer'in olanaksız olduğunu düşünmesiydi. Duygularını itiraf edince belki hisleri de hafiflemişti. "Hadi gel," dedim ona. "Oğuz uyanmıştır, görmeye gidelim."
Gözlerinin içi neşeyle parladı. Asaf'a sahiden âşık olmuş durumdaydı. Benden de önce mutfak kapısından girip evin içine koştuğunda kar taneleri içeriye girmesin diye kapıyı kapatıp onun arkasından girdim. Üzerimde boğazlı yeşil kazağım ve yüksek bel beyaz pantolonum vardı. Behram'ın en sevdiği renk yeşil olduğu için bunu giyinmiştim.
Koridoru yürüyüp odamızın kapısına yürüdüm, Muazzez de kapıyı itmiş, içeriye bakıyordu. Başımı onun gibi kapıdan içeriye sokunca kendi ufak dünyamın en güzel manzarasına şahit oldum. Behram yatağımızda uzanmış, Oğuz Asaf'ı göğsünün üzerine koymuş, ya uyuyor ya da dinleniyordu. Bir eliyle Oğuz'un, bez giydirdiğimiz poposundan tutmuştu düşmemesi için, diğer eliyle kafasından.
"Bakar mısın, abimin göğsünde ne kadar minicik duruyor...”
Muazzez yatağın kenarına ilerleyip Oğuz'u Behram'ın göğsünden almayı denediğinde Behram aniden gözlerini açıp oğlumuzu daha sıkı sardı. "Gerile..."
"Ya abi!"
"Isırıp durmuşsun yeni doğan çocuğu... Nasıl halasın sen?"
Abartıyordu ama gerçekten Muazzez kendine engel olamayıp biraz fazla sevmişti Oğuz'u. Oğuz'un küçük kafasını izlerken onu doğururken çektiğim tüm acılara kat kat değdiğini bir daha yürekten hissettim.
"Abi, lütfen bir saattir uyanmasını bekliyorum sevmek için. Söz, öpmeyeceğim bile. Bir kere şöyle kucağıma alayım, yeterli."
"Muzo, bas git."
Muazzez ayağını yere vurup, "Bana böyle seslenme," dedi.
"Bağırma, bebeğimi ürkütüyorsun," diyerek Oğuz'un sırtını okşadı Behram.
Muazzez, "Yenge," diyerek üzgün gözlerle bana döndüğünde Behram'ın da güzel gözleri yavaşça bana döndü. Bakışlarının verdiği huzur, düşüncelerimin tümünü kafamdan silip zihnimi berrak kıldı. "Abime bir şey söyler misin?"
"Bir şey," dedim Safir'in saçma esprilerine özenerek.
Oğuz, Behram'ın göğsünde kıpırdayınca dikkatim ona yöneldi. Salyalarını Behram'ın tişörtüne akıtarak küçük yumruğunu da Behram'ın çenesine vurdu. Behram, onun yumuşak tenini acıtmaması için yüzünde bir küçük tüy bile bırakmamıştı. "Sana ölürüm ben," dedi. Onu göğsünden kaldırıp nazikçe yatağın kenarına bıraktı. "Bu yaşta babasını döven on beş yaşına gelince onu evden de atar. Hayırsız evlat mı olacaksın sen, ha? Hayırsız çocuk mu olacaksın?"
"Salyaları akıyor," dedi Muazzez.
"Pis mi demek istiyorsun sen benim bebeğime?" diyerek kaşlarımı çattığımda Behram da beni desteklercesine başını sallayıp, "Öyle mi diyorsun?" diye sordu.
Muazzez gözlerini kırpıştırıp, "Hayır canım," dedi. Bunlar delirmiş, der gibi bakıyordu.
Behram, Asaf'ın yüzüne eğilip alnından minik minik öperken bebeğim usluca ona baktı. "Halanın kucağına işe," diyerek yataktan kalktı.
"Onun çişinden ne olabilir abi?"
"O zaman kakanı yap babacığım."
Behram doğrulup siyah eşofmanının üzerine giydiği, sıyrılan yeşil tişörtünü düzeltti ve yanıma yürüdü. Muazzez yatağın kenarına oturup Oğuz'a eğildi ve ona sevimli hareketler yaparken Oğuz boş gözlerle ona baktı. Kıkırdadım, eskiden bebekleri sevmezdim ama o dünyanın en şirin varlığıydı. Behram yanıma gelip elini belime sarınca, "Çok uslu bir bebek," dedim.
"Okuyup üfledim," dedi şakalaşarak.
Mutlulukla gülerek, "Bakışlarına baksana," dedim heyecanla. "Muazzez'e, Bu ne anlatıyor? der gibi bakıyor."
"Yavrum sadece bakıyor, bebek işte. Nasıl baksın öyle?"
Cık cıklayıp, "Oğlunu hafife alıyorsun," dedim. "Bakıyor işte, görüyorum."
"Yarın da dile gelip babasına söver o halde Gazel..."
"Dalganı geç," dedim Oğuz'un, seyrek saçlarını taramayı içimden geçirirken. Üç tanecik saçı vardı, şaka mıydı?
Kulağıma eğilip, "Gelsene sen böyle," dedi ve beni kapıdan dışarıya çıkarmak için çekiştirdi. Gülerek ona mâni olmaya çalışıyormuş gibi yaptım ama ayaklarım onu takip etmeye başlamıştı. Koridora çıktığımızda ona arkamı dönüp salona ilerledim ama arkamdan çabucak gelip karanlık salona girdi ve bileğimden tutup beni kendine çekti. Sırtım göğsüne yaslanınca dirseklerimle onu itmeye çalıştım.
"Seni çok özledim," dedi kulağıma fısıldayarak.
Ona dönünce kollarımı kaldırıp boynuna doladım ve ellerimi kısa kesim saçlarının arasına karıştırdım. "Allah Allah, hep de dip dibeyiz, nasıl özledin?"
Neyi kastettiğini anladığım halde üzerine varıyordum. Belimden, beni sahiden özlediğini anladığım bir kavrayışla tutup vücuduma mümkün olan en yakın şekilde yaklaştı. "Nasıl özlediğimi anladın Gazel."
Elimi yanağına koydum, tahmin ettiğim gibi ısınmıştı. Temiz nefesiyle gıdıklanırken, "Anlamadım," diye yalan söyledim.
"Yalan konuşuyorsun, bak Allah çarpar Gazel."
"İmam karısıyım, buradan kurtaramaz mıyım?"
Bozulup, "Tövbe tövbe," dedi.
Kıkırdadığımda parmakları belimden yukarıya çıktı ve göğüslerimin yanını işaretparmağıyla okşayıp gözlerini de kazağımın açık bıraktığı omuzlarımda gezdirdi. "Kazağın çok güzelmiş."
"O yüzden mi yakasını indirmeye çalışıyorsun?"
Başını bu kez boynuma eğip dudaklarını omuz başımda dolaştırdı. "Muazzez'e söyleyelim de gitsin."
"Bunu söylemeye utanmadın mı?"
"Karımla münasebet yaşamayı istemekten niye utanayım Gazel?"
Elimi pürüzsüz çenesine kaydırarak teninin alışık olduğum dokusunu hissederken, "Münasebet değil de sevişme de şuna, gülesim geliyor."
"Demek öyle," diyerek bir anda belimdeki elleri sayesinde ayaklarım yerden kesildi. Neredeyse dizlerim karnına yaslanana kadar havaya kaldırdı ve saçlarım yüzüne dökülünce dudaklarını ileriye uzatıp çenemden öptü. "Sevişelim mi? Aha da dedim, şimdi gülmeyi kesecek misin?"
"Şimdi..." Kendimi durduramıyordum. "Daha çok gülesim geldi."
Beni, muhtemelen dikişlerim acımasın diye koltuğun kenarına yavaşça bıraktığında o tam gerilemeden önce derhal suratına yapıştım ve dudaklarını sertçe öpmeye yeltendim. Behram geri çekilecekken durdu ve suratımın aşağısından tutup aynı yoğunlukla beni öptü.
Nefes nefese geri çekilince koltuğa yaslandım ve o ensesini kaşıyarak pencerenin kenarına ilerledi. Orta sehpada duran sigara paketini alıp içinden bir dal çıkardı. "Camı açsam üşür müsün?"
"Yoo," diyerek duvardaki saate baktım. Karanlık olduğu için gözlerimi kıstığımda görebildim. İlaç saatime henüz vardı.
Sigarasını yakıp camın kenarında içerken, "Bugün Safir’le konuştun mu?" diye sordu.
"Hayır, aradım ama kapalıydı. Muhtemelen telefonunun şarjı bitmiştir, haberi yoktur."
"Aklım onlarda kaldı," dedi, kar tanelerinin uçuşmasına tebessüm ederek. "Dün gittiğimizde Mila da Leo da çok durgun, sessizdi."
"Benimle bile iki kelimeden fazla şey konuşmadı. Mila... Babasının ölümünü de görmüştü, şimdi annesininkini... Canımın köşesi, çok etkilendi. Leo desen, daha ölümü bilmeyen çocuk…"
Başı bu tarafa döndü. "Babası da mı gözleri önünde öldü?"
Tabii ya, kimse bunu kocama söylememişti. "Babası... evlerinde, Safir daha beş yaşındayken intihar etmiş."
"Ah..." Umutsuzca başımı salladığımda, "Nasıl talihsizlik böyle," dedi, sesinde sahici bir üzüntü vardı. "Leo da, yavrucağım, pek hırçınlaşmış."
"Fark ettim," dedim gözlerim dolarken.
Sigarasının külünü silkmek için yine orta sehpada duran kül tablasını aldı. "Ama Mila yine metanetli, hiç isyan etmiyor. Müslüman olması şart değil böyle hissetmesi için, Allah’la arasında derin bir bağ var bence. Her şeyi sevgiyle, güzellikle halletmeye çalışıyor."
"Melek gibidir benim dostum."
"Bence bu yüzden ne yaşarsa yaşasın güzel şeyler olur bulacak."
Sigarasını bir daha silkerken bana bakarak gülümsedi ve uzağımda olduğu için öpücük atmakla yetindi. Üzerimdeki kazağın ucundan tutup kaldırırken Behram'ın telefonunun çaldığını duydum. Dikişlerim epey iyileşmiş, bazıları kendisi dökülmüştü.
"Hazer," diyen Behram'ı duyunca direkt başımı kaldırdım. Dostunun aramasını, "Selamünaleyküm Ankaralı," diyerek açtı ve karşı taraf ne dediyse bir müddet duraksadı. Yerimden kalktım ve salondan çıkıp odamıza baktım. Muazzez, Oğuz'un üzerine eğilmiş, onu güldürmeye çalışıyordu.
"Kirpiklerin ne kadar uzun maşallah! Bu göz rengini kimden aldın? Biz de hiç mavi gözlü kimse yok."
Belki... annemden almıştır. Yutkunup yanlarına yürüdüm, oğluma eğilip dünyanın en güzel kokusunu içime çektim. Kokumu tanıdığına yemin edebilirdim, başını direkt boynuma eğmeye başlayınca mutlulukla doldu gözlerim.
"Anneni tanıyorsun bebeğim. Seni bu dünyada en, en çok seven insanı."
✨
Üç Gün Sonra
"...dediğim gibi Mila Hanım, Leo yalnızca annesini kaybetmiş değil, ölüm gerçeğiyle de aydınlanmış durumda. Bu onun için bir süreç. Fevri hareketlerde bulunması, sizinle zıtlaşması, bir anda parlaması normal. Hayata duyduğu güveni kaybetmiş ne yazık ki… Muhtemelen sizi de kaybedeceğinden, hiç sevilmeyeceğinden korkuyor. Öfke anında onunla kavga etmeyin, tepki aldığı için buna devam edecektir. Hep yanında olduğunuzu sürekli yineleyin, onu ne kadar sevdiğinizi de. Aynı acıyı paylaşıyorsunuz, bu acıyı çekerken yalnız olduğunu bilmemesi onu rahatlatır. Ben zaten kendisiyle konuştum, bir dahaki seansta da güvenini kazanacağımı ümit ediyorum. Siz ona, onunla olduğunuzu hissettirmekten vazgeçmeyin, yapabileceğiniz en iyi şey şimdilik bu."
Pedagog Barış Bey'in söylediklerini büyük bir dikkatle dinleyip evden ayrılmadan önce sormayı aklıma not ettiğim birkaç soruyu da sordum. Konuşacaklarımız bittiğinde iznini isteyerek dışarıya çıktım, koltukta oturan Leo'nun yanına gidip elinden tuttum. Günlerdir devam eden durgunluğuyla elime asılıp benimle dışarıya çıktığında buz tutmuş merdivenlere bakıp ona döndüm. Eğilip montu cebindeki beresini çıkardım, kafasına geçirdim. "Seni kucağıma alayım, yerler kaygan."
Onayladığında onu kucaklayıp doğruldum, eskisi kadar hafif değildi ama birkaç basamağı inebilirdik. Öyle de yaptım, indiğimizde etrafıma bakınıp taksi aradım fakat aynı anda bir korna sesi kulağımı doldurdu. Dönüp bakınca arabamızı gördüm, oysaki Kerem'in bizi alacağından haberimiz yoktu.
"Eniştem mi?"
"Sanmıyorum. O gelmez." Çünkü aramız biraz kötüydü. Birkaç kez tartışmıştık.
Arabaya ilerledik ve Leo'yla arka koltuğa yerleştik. Kapıyı kapatıp neşesiz bir gülümsemeyle Kerem'e döndüm. "N'aber?"
"N'aber mi? N'aber mi? Vallahi yaşadığıma şükrediyorum Safirciğim! Hazer'in bitmek bilmeyen gazabından dolayı yaşadığıma şükrediyorum..."
O dertli dertli söylenmeye devam ederken başımdaki bereyi çıkarıp kenara koydum ve Leo'ya sarılırken geçen günleri düşündüm. Annemi kaybettiğim için gergindim ve sürekli Hazer’le zıt düşmüştük. Onu merak ederek, "Çok mu kızgın?" diye sordum.
"Konuşurken kekelemeye başladım. Düşün, dünden beri bir tane bile espri yapamadım yanında." Kerem derin bir kederle konuşarak dikiz aynasından bakıyordu bana. "Bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordum sabah odasından ayrılırken. Bana daha önce duymadığım bir küfretti.”
"Sinir hastası, biliyorsun."
"Biliyorum canım, alınıyor değilim zaten." Kırmızı ışık yanınca durdu. "N'oldu aranızda, anlatmak ister misin?"
Kerem de elbette farkındaydı bir sorun olduğunu, diğerleri de. Fakat bunu nasıl açıklayacağımı sahiden bilmiyordum. "Aslında hiçbir şey yok Kerem. Fakat aynı zamanda birden fazla sebep var. Düzeltmek için nasıl davranmalıyım, bilmiyorum. Onun çok üzgün ve pişman olduğunu görüyorum ama henüz pişmanlığından bahsetmedi, özür dilemedi. İkimiz de sadece susuyoruz."
"Allah Allah, hani evlere ırak bir kaynanan da yok ki diyeyim büyü muska falan yapıp aranızı bozdu... Nazar değdi herhalde Safirciğim."
Leo'nun yanağına bir öpücük koydum. "Bahar Anne’mi de bir ziyarete gitsem iyi olur, özledim onu."
"Ama şimdi?"
Gözlerim bugün ilk kez ışık saçtı. "Oğuz Asaf'a!"
Kerem bana gülümseyip direksiyonu onların evine doğru kırdı. Günlerden cumartesi olduğu için okula gitmemiştim ama eve dönünce tamamlamam gereken bir araştırma vardı. Her şey yolunda görünmesine rağmen öyle hissettirmiyordu. Hazer’le aramızdaki uzaklık gönlümde bir buzdağı büyütmeye başlamıştı.
İş çıkış vakti olmadığından ötürü sokaklar boştu, birkaç semt sonrasında gideceğimiz yere ulaştık ve hep beraber arabadan indik. Cami ve Behramların evi beyaz örtüyle kaplanmıştı âdeta, hatta bahçe de. Demir kapıdan geçtiğimizde Kerem, Leo'yu kucağına alıp öpücüklere boğdu.
"Benim en en sevdiğim yeğenim nasılmış bakayım bugün? Şu saçların güzelliğine bak, hey maşallah! Altın gibi saçların, seni alan kız ne şanslı olacak kız var ya..."
"İlahi Kerem Abi."
Ah, kardeşimin öğrendiği her kelimeyi kullanma huyu yok mu… Gülümseyip kapıyı tıklattım, birkaç saniye sonra Gazel sarı kazağı ve beyaz pantolonuyla kapıyı açınca direkt ona sarıldım. O da aynı şekilde beni kucaklayıp yerinde duramıyormuş gibi zıplamaya başladı.
"Safir, aşırı özledim seni! Ne kadar üşümüşsün, gel çabuk içeriye."
"Ben de geleyim mi?" diye sordu Leo.
Gazel benden ayrılıp Kerem'in kucağındaki Leo'ya uzandı. "İnsan hiç evine girerken bunu sorar mı şapşal?"
Leo, Gazel'in yanağından öpünce hep beraber içeriye geçtik, ayakkabı ve kabanlarımızı portmantoya bıraktık. Evin içi sıcaktı, yüzüme ılık bir hava çarpmıştı aniden. Gazel elimden tutup beni salona çekiştirirken, "Oğuz nerede?" diye sordum hemen.
"Babasının göğsünde uzanıyor."
Salona girdiğimizde hakikaten öyle olduğunu gördüm. Behram koltukta geriye yaslanarak oturmuştu, Oğuz Asaf'sa onun göğsünde uzanıyor, çok tatlı sesler çıkarıyordu. Behram bize bakıp onun seyrek saçlarını okşarken, "Isınmadan oğluma sakın dokunmayın," dedi tehditkâr bir sesle. "Buz gibisinizdir şimdi, ürküyor çocuğum."
Kerem bilindik gülüşünü atıp Leo'yu Behram'ın yanına bırakınca ben de az daha yürüyüp Oğuz'a doğru eğildim. Mavi gözleri ilginç bir şey görmüş gibi büyüyerek tepki verdiğinde, "Gerçek bir meleksin," diyerek dokunmadan onu izledim. "Birkaç günde bile büyümüşsün, seni öpebilir miyim?"
"Bir tane," diye şart koştu Behram. "Sakın ısırma."
Gazel çay getireceğini söyleyip yanımızdan ayrılınca irkilmesin diye soğuk ellerimi ona dokundurmadan eğilip dudaklarımı seyrek saçlarının üzerine bastırdım. "Hiç ağlamıyorsun, az ağlasana ya, bebeksin sen."
"Hiç ağlamıyor diye doktora götürdük, doktor gayet sağlıklı olduğunu söyledi."
Demek gerçekten de uslu bir çocuktu, tabii ağladığı zamanlar da oluyordu ama biri ona yaklaşınca korkmuyordu. Kerem'in yanındaki koltuğa oturduğumda Kerem beni omzu altına aldı ve Behram da Leo'ya döndü.
"Selamünaleyküm yakışıklı."
Leo ilgiyle Oğuz'u izlerken, "Aynısından enişte," dedi.
"La oğlum aleykümselam diyeceksin, hep karıştırıyorsun sen!"
Leo huysuz bir ses çıkarınca Behram onu da öpüp bana döndü. Halimi hatırımı sordu. Gazel elindeki tepsiyle içeriye girdiğinde dikişlerinin hâlâ canını yaktığını düşünerek derhal kalkıp elinden aldım. Tepsiyi orta sehpaya koyarken mahcubiyetle yüzünü eğdi. Gülümsedim.
Tekrar koltuğa oturduğumda Gazel de diğer yanıma yerleşti ve dışarıdan geldiğim için soğuk olan ellerimden tutup gülümsedi. "Nasılsın, iyi misin?”
“Tabii. Sen nasılsın?”
“Çok iyi,” dedi Oğuz’la Behram’a bakarak.
Kerem sehpaya eğilip çayını önüne çekerken, "Oğuz Asaf," diye seslendi minik yeğenime. "Naber, özledin mi beni?
Hepimiz Oğuz'un çıkardığı seslere gülümserken gözlerim Leo'ya kaydı. Saf sevgi ona iyi geliyordu. Gözlerinin içinde bir parlaklık görünce içimdeki buzdağının ardında bir güneş belirmiş gibi hissedip parmağımdaki yüzükle oynamaya başladım. Çekingen şekilde elini Asaf'a uzatıyor ama sanırım Behram kızar diye düşünüp elini geri çekiyordu. Behram da benim gibi bunu fark edip Leo'ya döndü.
"Kucağına almak ister misin?"
Leo şaşırıp kendini biraz geriye çekti, tereddütle Gazel'e bakınca Gazel ona başını salladı. Behram kucağındaki miniğimizi yavaşça Leo'nun kucağına koydu ama tamamıyla ona teslim etmedi, ellerini belinde tuttu. Leo ona yakından bakıp kucaklamaya çalıştı. "Çantam bile daha ağır Safir!"
"Evet aşkım," dedim ona öpücük atarak.
Gazel eğilip çayımı bana verince oturuşumu düzeltip özlemle ona bakmaya başladım. Onu son gördüğümden daha sağlıklıydı, Oğuz'un ona mutluluk getirdiği aşikârdı. Çok şükür hastalığı da mutsuz bir hayat sürmediği için tekrar tekrar nüksetmiyordu. Çayımdan aldığım yudum dilimi yakınca bana gülümseyip, "Şapşal," dedi. Beynim beni bunu Hazer'e sık sık söylediğim zamanlara götürdü.
Çay bardağını bırakırken kapının çaldığını duydum. Kerem bizden önce doğruldu ve sırıta sırıta kapıyı açmaya gitti. Asaf'a bakarken kapıdan birkaç ses geldi ve Kerem salona elinde bir buketle girdi.
Ah, yine çiçekler… Her ne kadar konuşmasak da Hazer hiç beklemediğim anlarda, olduğum yerlere çiçekler gönderiyordu. Az önce gelenlerin beyaz ve zarif papatyalar olduğunu gördüm.
Kerem koltuğa yürüyüp çiçekleri kucağına koyunca, "Leyla mı göndermiş?" diye takıldı Behram.
"Hımm," dedi Kerem, çiçeklerimi sahiplenerek.
Büyük beyaz buket içindeki taze, hafif nemli olan papatyalara ilgiyle bakıp Kerem'in onları bana vermesini beklerken, "Eniştem zatı yine ablama çiçek göndermiştir," dedi Leo bıkkınlıkla.
"Oğlum sen ne biliyorsun zat mat..."
Kerem yüzümdeki çiçeklerimi istiyorum ifadesine bakıp sırıttıktan sonra buketi ellerime uzattı. Hevesle buketi alıp papatyaları koklarken yüzümde bir gülümseme oluşmuştu çoktan. Dün sabah beyaz gül göndermişti, öğle vakti karanfil. Şimdiyse bu narin, zarif papatyaları. Kokularıyla mest olup göğsüme yasladığımda, "Bence onun bu zarif barışma niyetine bir yanıt vermelisin," diye fısıldayarak kulağıma eğildi Gazel. "İçindeki Ankaralıya rağmen adam sana aşırı romantik jestler yapıyor."
Ona kararsız bakışlar atıp gözlerimi bir daha papatyalarıma çevirdim. Açıp buketin içindeki karta baktım.
Gönderdiğim tüm çiçeklerden daha güzel olan karıma.
Hazer Han.
Kalan vakitte, Behram müsaade edince dünya üzerindeki en masum kişiyle biraz oynadım. Onu kucağıma alınca bir bebeği kucaklamaktan hoşlandığımı fark ettim. Kollarımın arasını doldurmasını, başını derhal göğsüme koymasını istekli şekilde karşıladım. Elleri öylesine minikti ki yüzümdeki dokunuşları yanağımda bir kelebek kanat çırpıyormuş gibi hissettiriyordu.
"Giderken Oğuz Asaf'ı alabilir miyim?"
"Bunun yerine kendine bir çocuk yapabilirsin."
Evden, maalesef Oğuz'u alamadan ayrıldık ve doğrudan eve gittik. Günbatımında evdeydik. Leo yıkanmak istediğini söyleyince onun için küveti hazırladım, utandığı için yalnız bırakıp çıktım. İhtiyacı olduğunda zaten beni çağırırdı. O banyodayken dünden kalan yemekleri ısıttım, Leo için geniş bir tabak hazırladım. Benim iştahım yoktu, ağzıma lokma alasım da. Bu sebepten Leo ona hazırladığım yemeyi keyifsizce yerken karşısında oturup güzel yüzünü izledim, gözlerine çöken hüzünle pek bir kederlendim. Onu yetimhaneden aldığımda ne kadar da mutluydu oysaki, her şeye sahip bir çocuk kadar neşeliydi. O gün Leo'yu yanıma almamalıydım. Ben nasıl babamın intiharını hayatımın sonuna dek unutmayacaksam Leo da unutmayacaktı.
"Neden Mustafa Kemal bizimle yaşamıyor abla?"
Dalgın gözlerimi kırpıştırıp, "İstediğin her an seni onun yanına götürebilirim," dedim.
"Beraber yaşamak gibi olmaz ki abla. Mustafa tek arkadaşım, okuldakiler gibi değil o. Sınıf arkadaşlarım yere düşsem gülüyor ama Mustafa hemen yanıma koşup bir şeyim olmuş mu diye bakıyor..."
Mustafa'nın ne kadar saf, hesapsız kitapsız bir çocuk olduğunu bildiğimden söylediklerine tebessüm ettim. "Kardeşsiniz siz, kan bağına ihtiyacınız yok bunun için. Kemal, tanıdığın insanlar arasında sana her konuda doğru söyleyecek tek insan Leo. Çünkü o istese de yalan söyleyemeyen bir çocuk olarak dünyaya geldi. Ona güven."
"Yani sen de bana yalan söyleyebilirsin?"
Dudağımı büküp sarı saçlarını karıştırmak için uzandım. "Öyle demek istemedim seni şapşal, cımbızla seçme söylediklerimi."
"Cımbızla seçmek ne?"
Ona bunu açıklarken kalkıp çok susadığım için kendime bir bardak su koyup ufak yudumlarla içtim. Leo tabağını bitirip kalktığında onunla salona geçtim, çizgi film açtım, izleyeceğinden değildi ama kafasını dağıtırdı. Yukarıya çıkıp odamıza geçtiğimde yutkunarak etrafımı izledim. Odaya yalnızca üzerimi değiştirirken girmeye başlamıştım, üstelik oda artık ikimiz gibi değil, yalnızca Hazer gibi kokuyordu. Az ilerleyince komodinde, Han'a aldığım atlıkarıncayı gördüm ve onu çalıştırıp bir süre izledim. Sanırım dün gece uyumadan önce uzun bir süre bunu çalıştırmıştı.
Oyuncağı kalbime bastırıp bir süre kar yağışını izledim. Sonra onu aldığım yere bırakıp kalktım, nemli gözlerimi kurulayıp odamızdan çıktım. Güçlükle yutkunup indim, Leo'yu kontrol edip merdiven altındaki kata da indim. Kerem evlenmeden önce burada kalıyordu, onun haricinde buraya da yalnız ben iniyordum. Hazer'in eskiden kullandığı çalışma odası vardı, derslerimle orada ilgileniyordum. Burası oldukça kasvetli bir odaydı ama dikkatimi derslerime vermem için idealdi. Masanın başına oturup yarım kalan ödevimi tamamlarken Hazer'i aklımdan bir saniye bile çıkaramadım.
Uyuyakalana kadar ödevimin başındaydım, uyandığımdaysa ilk saniyeler nerede olup ne yaptığımı idrak edemedim ve kitabımın üzerinde uyuyakaldığımı görüp doğruldum. Esneyip ahşap, geniş çalışma masasının üzerindeki dijital saate baktığımda sekizi geçtiğini gördüm.
"Leo uyudu mu acaba..." Aklım onda olduğu için kitabımı kapatıp renkli kalemleri kalemliğime koydum ve esneyerek odadan çıktım, evimizin ahşap basamaklarını ağır ağır çıkarak salona vardığımda Leo'nun uyumadığını, hâlâ boş gözlerle televizyona baktığını gördüm.
"Ablacığım?" diye seslendim yanına giderken.
İrkilmesine rağmen beni görmek için başını kaldırmadı, yanına gittiğimde gözlerini bir saniyeliğine üzerine çevirdi. "Düşünüyordum."
"Yaa," dedim, uzanıp çıplak ayaklarını kontrol ederek. "Sana bir çorap giydirelim. Tüh, banyodan çıktıktan sonra sana çorap vermeyi unuttum, keşke sen alıp giyseydin aşkım..."
"Annem o gün babamdan bahsetmişti abla, hatırlıyor musun? Söyleyecekti ama söylemedi... Acaba ne söyleyecekti Safir?"
Ona babasının kim olduğunu söylemeli miydim? Bunu yalnızca kocam ve ben biliyorduk. Hayır, pedagogla konuşmadan bunu Leo'ya söyleyemezdim. Kafama göre verdiğim kararın neye sebep olduğu belliydi. Bahsi geçen mevzu hakkında yorum getirmeden, "Uyumak ister misin?" diye sordum.
"Mustafa'yla konuşabilir miyim?" diye sordu.
"Arayalım..." Telefonumu almak için montumun yanına gittim, Bahar Anne’mi ararken Leo’yla yukarı çıktık. Annemle birkaç dakika hoş sohbet ettikten sonra telefonu Mustafa'ya verdi, ben de Leo'ya. Onlar konuşurken kendi odama geçip kapıyı kapattım ve boynumu ovalayarak dolabımdan beyaz renkli şortla askılı pijama takımını aldım. Onları, banyodan çıkmak için yatağın üzerine bırakırken derin bir iç çektim.
"Arayıp ne zaman geleceğini de soramıyorum. Neden aramıyorum ki? Ne tutuyor beni? Kocam o benim..."
Saçımdaki kurdeleyi çıkarıp makyaj masamın üzerine koydum, akabinde üzerimdeki kıyafetleri çıkararak banyoya yürüdüm. İç çamaşırlarımla kalıp sıcak suyu açtım, aydınlık banyoda, üzerimde kalan son kıyafetleri de çıkarıp suyun altına geçtim. Yüzümü fayanslara dönüp şampuana uzandım, saçlarımı köpürtürken gözlerimi açık tuttum. Bu şampuan gözlerimi yakmıyordu. Su ve köpükler yüzümden akarken günlerdir hapsettiğim her şeyin gözyaşları olarak döküldüğünü hissettim.
Ellerimi saçlarımdan yüzümü yıkadım ve köpükler kıvrımlı belimden kayarken buharın sindiği fayansları elimin içiyle sildim. Hay aksi, köpüklerin yoğunluğu biraz yakmıştı gözlerimi. Gözlerimi kapatıp şampuana bir daha uzandım ve uzun saçlarımın ihtiyacı olduğu için ikinci kez köpükledim.
"Ah, gözlerim..."
Başımı arkaya doğru atıp suyun direkt yüzümle temas etmesini sağladım ve köpükler aşağıya aktığında gözlerimi bir daha açtım. Suyun sıcaklığı tüm gün boyunca sanki bedenimde gerilen kaslarımı gevşetiyordu. Saçlarımı sol omzuma atıp arkama döndüm ve bir anda karşımda, çok yakınımda Hazer'i görünce neye uğradığımı şaşırıp geriye sıçradım. Sırtım fayanslara çarpınca ellerim de omuzlarımdan aşağıya düştü.
"Han?" dedim, nefesim kesilmişti.
Ellerim, sırtımı yasladığım fayansa yapıştı ve Hazer bana bakarak kabinin içinde bir adım daha attı. Geldiğini duymamıştım, sanırım suyun sesi yüzünden. Onu, kavga ettiğimiz günden sonra ilk kez bu kadar yakınımda görüyordum, zaten gördüklerime de inanamıyordum. Çok yorgundu, göz altlarının mor renge dönmesi gözüme çarpan bir sonraki şey olmuştu. Saçları suyun altına girip ıslanmasıyla alnına düşmüştü, üzerinde bembeyaz bir gömlek ve gri kravatı vardı. Elimi kaldırıp yüzümden akmaya devam eden suları bir daha sildiğimde, "Burada olduğunu görünce dayanamadım," diye fısıldadı içeriye girmesinin gerekçesini.
Nasıl davranamayacağımı bilemeyip, "Geldiğini duymadım," dedim.
"Fark ettim. Artık kapıyı açmadığın için çalmıyorum, kendi anahtarımla giriyorum eve."
Kapıyı ne zaman çalsa açardım ama belli ki onun kapıyı çalma cesareti kırılmıştı. Gözleri çok... üzgün bakıyordu, bir şey yapmayı istiyormuş ama güç ve cesaret bulamıyormuş gibi. Susup hiçbir şey demeden arkamı döndüğümde dirseklerim onun vücuduna çarptı ama buna rağmen geriye çekilmedi. Çırılçıplak şekilde duş jeline uzandığımda arkamda çok derin bir nefes aldığını duydum. Duş jelini lifime döküp vücudumu yıkarken, "Banyo mu yapacaktın?" diye sordum, hâlâ burada durmasına sebep arayarak.
"Hayır, dedim ya ışığın yandığını görünce kendimi burada buldum... Şimdi de çıkamıyorum." Sesi derinden ve çok bitkin çıkıyordu.
"Hareket edemiyorum, çok yakınsın." Dirseklerim sürekli onun göğsüne çarpıyordu kendimi yıkamaya çalışırken.
"Sana dokunabilir miyim?" dediğini duyup derin bir çaresizliğe düştüm. Ona hayır demek mümkün değildi, günler sonra gerçek anlamda yuvada hissediyordum; o bana yakınken. "Odamıza mı döndün? Artık benimle uyuyacak mısın?"
"Yalnızca banyo yapmak için girmiş bulundum..."
Titrek bir şekilde soluyup, "Yalan söylüyorsun," dedi, başını enseme doğru eğdiğini hissettim, nefesleri omzumu örtüyordu. "Sen de seni burada, bu şekilde bulmamı umut ettin."
Kollarımı etrafıma sarıp, "Şimdi de kocam tarafından yalancılıkla suçlanıyorum," dedim.
Su, ikimizin de başının üstüne sıcak şekilde akın ederken ellerimi açtım ve yüzüğüme bakarken, "Çiçeklerimi beğendin mi?" diye sorduğunu duydum.
Başımı hemen sallayıp, "Gracias," dedim.
"Vazoya koymuşsun, kıymet verdiğin için teşekkür ederim."
Kollarımla çıplak göğüslerimi kapatıp yorgun bakışlarımı omzumun üzerinden ona çevirdiğimde aynı ihtiyaç hali ve üzüntüyle baktığını gördüm. O da şimdi benim gibi sırılsıklamdı. Aramızdaki kollarım, göğüslerimin ona yaslanmasına engel olan tek şeydi. Dudaklarım üşüyormuşum gibi titriyordu ama buna sebep olan aslında duygusal oluşumdu. Elini kaldırıp, muhtemelen yumuşak bakışlarımı görerek yavaşça saçlarımın üzerine koydu.
"Aramız hâlâ kötü mü?”
“İyi değil," dedim, Hazer'in eli minik hamlelerle yanağımı okşamaya başladı. "Yalnızca bazı sorunların beni kaybetmekle alakalı değil, kendini bulamamakla alakalı, bunu anlamıyorsun."
Kollarının arasından, ona zarar vermeyecek bir hassasiyetle çıkarak suyun altında durulanırken onun geriye çıktığını gördüm. Saçlarımı yıkayıp çıkmayı düşünerek köpüklerden iyice arınırken Han da sırtını, baktığım fayanslara yaslayıp yüzümü izledi. Çok duygusaldı, sesinden, bakışından belliydi. Dönüp köpük kalmış mı diye vücuduma bakarken, "Senden kaç kere özür dilemem gerekiyor?" diye sordu boğuk bir sesle. "Hemen o kadar özür dileyeyim ve bu bitsin."
Başımı tekrar kaldırdığımda onun sırtını fayans boyunca kaydırdığını gördüm, yere oturup bir bacağını kendine çekti ve diğerini ileriye uzatıp elinin içiyle yüzünden akan suları sildi. Ellerimi iki yanıma indirip yukarıdan bakarken, "Madem benden ayrı duramıyorsun," dedim, gördüklerim karşısında gözlerine daha fazla bakmakta zorlandım. "Neden benimle kavga etmek için o kadar üzerime geldin?"
"Belki beni döversin diye..."
Bunu söyleyip kafasını geriye attığında kızmalı mıyım, ne yapmalıyım diye düşünerek omzumu fayansa yasladım. Sessizliğim ona istediklerini vermiyormuş gibi iç çekip yumruklarını iki yanında sıkarken, "Ne yapmam gerektiğini söyle," dedi, zor duyulan bir sesle. "Bir daha aynı hataların yanından bile geçmeyeceğimi biliyorsun, seni kaybetmeyi göze alamayacağımı da... Beni affetmek için neyi bekliyorsun?"
Daha fazla karşı koyamayarak dizlerimin üzerine alçaldım ve gözleri beni heyecanla takip ederken ellerimi boynunun iki yanına yerleştirdim. Anında gevşeyip gözlerini kapatırken dizlerimi yere koyup başını kendime çektim. "İyi günde kötü günde," diye fısıldadım. Omuzları sarsılıyordu. "Hepsinde sana sarılacağım."
Han'ın canımı acıtacak kadar sıkı sarıldığından haberi olup olmadığını merak ettim. "Benimle uyu," dedi neredeyse yalvarır vaziyette. Dudakları harekete geçip göğsüme, köprücükkemiğime sayısız hızlı öpücük bırakmaya başladı. "Mila, kollarımın arasında uyu."
Tek yenilgimin bu olmasını dileyip, "Uyuyacağım," dedim ve kendimi geriye çekmeye çalıştığımda Hazer'in daha sıkı sarılışıyla karşılaşıp yutkundum. Başımı eğdim ve elimi çenesinin altına koyup yüzünü kalbimin üzerinden kaldırdım. Bana sarılmayı gevşetmeden başını kaldırdığındaysa göz göze geldik ve dünyanın en nadir bulunan duygusunu gözbebeklerinde görünce dilim çözüldü. "Hadi, beni yatağımıza götür."
İnanamayarak yüzümü izledi ve sonra gözlerindeki üzüntü yerini aşka bıraktı. Günlerdir özlemini çektiğim yüzünü okşadım ve Hazer hemen, bir elini yere yaslayıp ardından kalkmam için bana uzattığında doğrulup onunla yüz yüze kaldım.
"Sana havlu getireyim..."
Başımı salladım ve o hızla kabinden çıkıp dolaptan aldığı bir havluyla dönünce çıplak vücuduma dolayıp gözlerimi tekrar ona çevirdim. Vücuduma bakmaktan utanmış gibi kızarıp elimi tekrar kavradı ve beni banyodan nazikçe çıkarınca odamıza geçtik. Yatağa yürüyüp yan yana oturunca Hazer telaşlı şekilde beni kurulamaya çalışıp yutkundu. Odada yalnızca kırmızı abajurumuz yanıyordu. Başımı sol tarafa eğdim ve o üşümeyeyim diye vücudumu kurularken aniden uzanıp elini tuttum ve durmasını sağladığımda gözlerini bana kaldırdı. "Kapıyı kapatıp gelir misin?" diye sordum kibarca.
Gözlerini peş peşe kırpıştırıp, "Tabii," dedi ve hemen kalkıp süratle kapıya yürüdü. Onun arkası henüz bana dönükken havlunun düğümünü çözüp kendimi çıplak bıraktım ve yatağın kenarından kalkıp çıplak ayaklarımla onun arkasından birkaç adım attım. Han kapıyı kilitleyip arkasını döndüğü an beni karşısında gördü ve ellerim büyük bir arzuyla onun yüzüne uzanırken Hazer'in gözleri nefes kesici şekilde koyulaştı.
"Bebeğim..."
İnledi ve hangimiz daha erken davrandı bilmesem de dudaklarımız birbirini sertçe tamamladı. Temas etmemizle ikimiz de yüksek sesli inledik ve Hazer'in elleri derhal vücuduma yerleşip beni kucaklamaya meylettiğinde bacaklarımı kaldırıp onun beline doladım. Kollarım boynunu sararken yatağımıza doğru yürüdü.
"Seni özledim," diye fısıldadım. Karanlıkta yüzünü aydınlatan şey abajurun ışığıydı.
“Ben de seni.”
Başını sol tarafa eğdi, saçındaki damlalar alnıma düşüyordu. Ellerim gömleğini sımsıkı kavramışken Hazer yüzümü tutarak tüm duygularımı gördü ve kusurlarımı izledi.
Sakallarını yanağıma yavaşça sürttüğünde ona daha yakın olmak için parmaklarımı gömleğinin önüne taşıdım ve düğmelerini çözerken kokusuyla mest oldum. Hazer gömleği çıkarmama izin vermek için doğruldu ve beraber gömleği kollarından çıkarırken göz göze gelip utangaç şekilde gülümsedik.
"Gönlün hâlâ kırgın mı bana Mila?”
"Daha konuşulacak şeyler var fakat yüreğimin tamamından seninle olmak, seni anlamak, seni sevmek geçiyor."
Vücudunda bir rahatlama gerçekleşti ama sonra ellerim göğsü boyunca inmeye başlayınca kendini tekrar sıktı. Sesimdeki gerçekliğin, gözlerimdeki duyguların farkında olup dizleri üzerinde sabit kalarak pantolonunun kemerine uzandı. Dudaklarımı yalayarak nefes nefese onu izledim. Bu mahrem, özel anı birçok kez paylaşmıştık ama her defasında kalbim göğüskafesimden çıkacakmış gibi davranıyordu. Parmaklarımı karın kaslarında gezdirirken Han kemerini çekip yere fırlattı ve pantolonunun düğmesini çözüp fermuarını indirdi. Pantolonunu tamamen çıkarıp iç çamaşırıyla kalması için biraz uzaklaşması gerekti ve yeniden bacaklarımın arasına girdiğinde kolumu boynuna doladım.
"Seni kırdığım için özür dilerim Mila, aynı hataları bir daha yapmayacağım."
Benim de bir özür borcum olduğunu hissedip, "Ben de özür dilerim," dedim. "O davetiyeyi sana söylemediğim için özür dilerim. Seninleyim Han, seninle kalacağım ama bu fedakârlık değil, kalbimden geçen."
"Mila, Gece Yarısı Güneşi'm..." Boynuma öpücükler koyup başını kaldırdı ve yoğun, karanlık bakışlarıyla karşılaşıp dudaklarımı yaladım. Yüzüme hasretle, titreyen kalbinin gözlerindeki iziyle bakarak, “Kalbinden öpmek neden mümkün değil ki?" diye fısıldadı. Ve sonra gece boyunca bana, vücuduma, ruhuma yaptığı her şey kalbimi öpmekle eşdeğer oldu.
✨
Sonsuz olmasını dilediğimiz her şeyi kısacık bir zamanda yaşama gayreti duyuyorduk, bu ironi insanın kontrol edemediği kaybetme korkusuyla açığa çıkıyordu. Sonsuz sürmesini istediğimiz her şeyi, bir öpüşmeyi bile kısacık zamanda, hızlı yaşayarak belki de aslında kendimiz sonsuz olmalarını engelliyorduk. Sonsuz sürmesini dilediğimiz her şeye karşı çok sabırsızdık.
"...duymuyordun ama öyle işte. Seni öyle benimsemişim ki elimi uzatacağım kadar yakınımda olmadığında bir organımdan ayrıymış gibi hissediyorum."
Cümleler kulağımdan sızdığında gözlerimi açmayı denedim ama olmayınca tatlı uykuma dönüp yorganın altına sokuldum. Bir süre daha uyudum.
"Hep uyuyorsun Mila. Sırtına yazdığım şeyleri hissediliyor musun peki? Seni ne kadar çok sevdiğimi yazdım."
Sabah mı olmuştu? Gözlerimi açabilsem soluk gün ışığını görebilirdim belki. Ona işle ilgili bir şeyler sormuş olmalıydım ki, "Bugün gitmeyeceğim," dediğini duydum.
"Sana gömlek ütülemek için kalkacaktım, dün gideceğini söyledin... Sen saygın birisin, işine kırışık gömleklerle gitmemelisin."
Etrafıma dolanan kollarını hissedince kaldığım yerden, dünyanın en huzurlu hissettiren yerinde tekrar uyudum. Bir ara gözlerimi yarı buçuk açınca onun tüysüz, sert göğsünü gördüm ve kalbinin üzerinden öpüp tekrar uyudum.
Gözlerimi açtığımda bu kez gördüğüm ilk şey tavan oldu. Gözlerimi birkaç kez kırpıp başımı çevirdim ve Hazer'i yatağın ucunda, doğrudan bana bakarken buldum. Oturuyordu, altına gri bir eşofman geçirmişti ve gece yorgunluğu yüzünden, bakışlarından okunuyordu. Yanağımı yastığa sürterek gülümserken üzerimin açık olduğunu fark edip yorganı göğüslerime doğru çektim ve bunu gören Han manidar şekilde gülümseyip elindeki saten kurdelemi okşamaya devam etti.
"Günaydın hayatım," dedim.
Elini uzatıp dışarıda duran bacağımı yumuşakça okşadı. "Günaydın Mila."
"Gece güzel bir rüya gördüm," dedim tebessüm ederek.
Hazer bir şey diyordu ki koridorda ses yankılandı.
"Abla!"
Leo'nun sesini işittiğimizde ikimiz de bir suç işlemiş gibi dudaklarımızı ısırmaya başladık.
"Saat bir oldu abla, bir! Yoksa... Kalkın artık!” Kapıyı açmaya zorluyordu.
Hazer dudağımdan sıcak bir öpücük alıp kendimi yanıma atarken kıkırdamaya başladı.
Yataktan doğrulup, "Günaydın aşkım," dedim kapıya doğru.
Leo sesimi duyunca kapıyı zorlamayı bırakıp, "Günaydın Safir," dedi cansız bir sesle. "Karnım acıktı, bin saattir uyuyorsunuz!"
Doğru, öğle vakti olmuştu ve çocuk kimbilir ne zamandan beri odamızdan çıkmamızı bekliyordu. Hazer'in kenardaki tişörtünü alıp başımdan geçirirken, "Duş alıp hemen iniyoruz tatlım," dedim.
"Beraber mi duş alacaksınız?"
Hazer yataktan kalkarken kafasını sallayarak güldü, ben de utanıp, "Onu kastetmedim canım," dedim ve banyoya yöneldim.
Tişört zayıf vücudumda salınırken, "Beni niye içeriye almıyorsun Safir?" diye sordu Leo, daha sinirli sesle. "Gece de benimle yatmadın!"
Sanırım buna gücenmişti, keşke gece onunla konuşsaydım. Hassas bir dönemdeydi. Başımı kapıdan çıkardığımda Han'ın da bu tarafa yürüdüğünü gördüm. "Aşağıya inince konuşalım mı Leo?"
Ofladı. "Tamam! Aa şey, Kerem Abi aradı. ‘Ablana söyle, o iş tamam,’ dedi."
Gözlerim büyüdü ve Hazer'e bir şey fark ettirmemeye çalışarak arkamı dönerken onun çoktan gözlerini kıstığını gördüm. Bir İspanyolca şarkı mırıldanıp kabine yürürken Hazer de içeriye girdi. "Hangi iş tamam?"
"Bilmem ki," dedim ve çok acele cevap verdiğimi fark edip yutkundum. "Her zamanki Kerem, öylesine demiştir."
"Hımm," dedi inanmayarak. "Yalan söylemeyi beceremiyorsun."
"Neden bahsettiğini bilmiyorum…”
"Tabii ki biliyorsun."
İç çekerek benimle kabine girdi ve ben suyu açıp saçlarımı şampuanlarken karşımda durup belimden tuttu. Beni köşeye sıkıştırmamasıyla rahatladım ama şüpheci gözlerini üzerimden çekmediği için gergindim. Oysa kötü bir şey yaptığım yoktu fakat vakti gelene kadar öğrenemezdi.
Hazer sıcak suyun altında bana sarılıp uzun dakikalarca kendimi yıkamamı izledi. Bana sarıldığı için alanım dardı, kendimi rahat yıkayamamıştım ama hiç şikâyetim yoktu. Kendim durulanırken, "Kocanı da yıka," dedi ensemi okşayarak.
"Yıkarım tabii.”
Beni gülümseyerek izledi ve lifi sabunlayıp onun omzundan aşağıya yıkamaya başladığımda belimi okşayarak sırtını fayanslara yasladı. Dövmesinin üzerinden öpüp orayı da ovaladım, sonra göğsünü okşayarak keseledim ve o beni öpene kadar çok sevdiğim vücudunu yıkadım.
Banyodan çıktığımızda o evde olacağı ve işimiz tamamlandığı için Tanrı'nın yanımda olduğunu düşündüm. Hazer arkamda kurulanırken bizim için kıyafetler seçtim. Ona boğazlı kazağını ve kot pantolonunu verdim, kendim için de özel bir elbise seçtim.
"Sevgilim," dedi. "Elbiseyle üşümez misin?"
Elbiseyi kenara bıraktım ve üzerimdeki bornozla yatağa ilerledim, çarşafları çekip çıkardım ve yeni çarşafları takıp temiz yatağımızın üzerine oturdum. Elbiseyi askısından çıkarıp giyinmeye başladım. Hazer de kıyafetlerini giyerken beni izledi. Bakışları mutlu ama bu mutluluğu kaybedecekmiş gibi ürkekti.
"Şey," dedi, elbisemin fermuarını çekmesi için parmak uçlarımla yanına gittiğimde. Arkamı döndüğümde sırtımdan öpüp neredeyse görünmez olan fermuarı kapattı. "Behram beni ikindi namazına çağırdı, gideyim mi?"
Gülümsedim. "Tabii ki Hazer."
"Bak Mila, kesin bana fırça çekecek," dedi, parmaklarını fermuarımdan çekerek. Elleri omuzlarımı şefkatle sardı. "O yüzden çağırıyor. Bir de telefonda öyle bir konuştu ki benimle, bir anda, ‘Tamam abi,’ dedim."
Kıkırdamaya başladım. "Korkudan mı? Korktun mu Behram'dan? Hı?"
Huysuz bir ses çıkarıp ensemi öpünce huylanıp kıkırdadım ve o geriye çekilince kendisine döndüm. Onun için seçtiğim kıyafetleri giymişti, temiz ve saygın görünüyordu. "Neyse, en azından Oğuz Asaf'ı görürüm," dedi.
Henüz saçlarını taramamıştı. Tutamları elimle düzeltip, "Bilmiyorum, Behram sana kızgınsa bence oğlunu da göstermez," dedi.
"O benim de oğlum, paşa paşa gösterecek."
Karnımı ona yaslayıp parmak uçlarıma yükseldim ve sakallarına bakarak, "Tıraş olmalısın," dedim nazikçe.
"Keşke banyo yapmadan önce tıraşımı olsaydım," dedi, sakallarını alnıma sürttü ama sonra hemen geriye çekti. Tenimin hassaslığından bahsederdi, sanırım kızarmasından endişe etmişti.
"Olsaydın ya," dedim.
"Seni tişörtümün içinde görünce aklım mı kaldı sanki... Önceliklerim değişti."
Gözlerinin içine bakıp kendi duygularımın aynısını görünce gözlerimi dudaklarına indirdim ve aynı anda hareket edip öpüşmeye başladık. Hazer birkaç saniye içinde ellerini sabırsızca vücudumda gezdirip sırtımı odanın kapısına sertçe yasladığında inlememek için onun dudaklarını ısırdım. Kendini, beni âdeta sağ bırakmadan geriye çekip öpüşmeyi bitirdiğindeyse, "Bana yaklaşma," diyerek kaçar gibi banyonun yolunu tuttu.
Mahcubiyetle gülerek aynanın karşısına geçtim, saçlarımı fırçalayıp ardından kurdelelerime baktım. Elbisem beyazdı, ne takarsam uyumlu olurdu. Parmaklarım motifli kurdelelerime gitti. Şeffaf, üzerinde minik papatya desenleri olan kurdelemi aldım ve saçımın yarısına bağladım kalanını salık bıraktım. Bir de parfüm sıktım, Hazer'in aldığı inci küpeleri takarak aynanın karşısından çekildim.
Hazer'i banyoda bırakıp düzettiğim odamızdan ayrıldım ve indiğimde Leo'nun pijamaları içinde, kollarını göğsünde birleştirmiş oturduğunu gördüm. Dik dik baktı.
Gülümseyip mutfağa geçerken, "Sana ne hazırlayayım?" diye sordum.
Kaşlarını çattı. "N'oldu sana?"
Dolabı açtım. "Ne olmuş canım?"
"Gülüyorsun!"
Kahvaltılıkları çıkarıp sırasıyla tezgâha dizdim, portakal suyu olup olmadığını da kontrol ederken, "Mutlu insanlar güler," dedim.
Oturduğu yerde ayaklarını ileriye geriye sallıyordu. "Eniştem ne yaptı da mutlu oldun?"
"Bana güzel şeyler söyledi," dedim.
Ve o sırada aşağıya inen Hazer, "Ayrıca güzel şeyler yaptı," diyerek beni tamamladı.
Başımı çevirdim, tertemiz yüzünü gördüm. Sakalsızken daha genç, yakışıklı geliyordu gözüme. Kemikli çenesi, elmacıkkemikleri iyice ortaya çıkıyordu. Leo şüpheci şekilde bize bakarken Hazer salona ilerledi ve ıslık çalarak sehpadaki kumandayı aldı. "N'aber la kayınço?"
Leo koltuktan kalktı. "Eee sen de mutlusun!"
Hazer televizyonu açıp borsa haberlerinin olduğu bir kanalda durdu. "Evet, mutluyum." Kumandayı bırakıp Leo'ya eğildi, saçlarını okşadı. "Bugün sana telefon almaya gidelim mi?"
Ben bir telefona sahip olması için erken olduğunu düşünüyordum ama Hazer sevdiği kişileri şımartmaya bayılıyordu. "Şaka mı yapıyorsun enişte?" dedi Leo, kuşkucu şekilde.
"Ciddiyim."
"Enişte, ağzın kapanmıyor gülmekten! Pek inanmıyorum sana!"
"Zaten mutlu olduğum için almak içimden geldi Leo."
"Hıı." Leo, kollarını Han'ın boynuna dolayınca Hazer kucağında onunla doğruldu ve Leo bana dönüp düşünceli şekilde mırıldandı. "Eniştemi hep mutlu eder misin abla?"
Hazer, Leo'nun sinsiliğine yarım ağız gülerken ben de onu nasıl mutlu ettiğimi hatırladım ve yanaklarımda bir pembelik hissettim. Tezgâhın altındaki tabureleri çekip oturduklarında çok sevdiğim bu iki erkek için de portakal suyu koydum. Beraber kahvaltımızı ederken Hazer’le bakışıp gülüştük ve tüm bunları, hiç konuşmadığımız günlerden sonra şaşkınlıkla karşılayan Leo tövbe tövbe deyip durdu.
Kahvaltımız bittiğinde Leo üzerini giymek için yukarıya çıktı, biz de tezgâhı toparladık. Hazer ara ara saçlarımdan öpüp bana sarıldı ve sonra televizyondaki bir borsa haberi dikkatini çekince salona geçti. İşim bittiğinde ben de salona geçip arkasından ona sarıldım, camlardan görünen kar yağışını izleyerek ellerimi kocamın kalbine bastırıp kalp atışlarını hissettim. Evim, yuvam, eşim, kalp atışım.
Sonra bana ihtiyacı olacağını düşündüğümden Leo'nun yanına çıktım, odasını düzeltirken onu izledim. Kendisine pedagoğun dediği gibi hassasiyetle yaklaşacaktım. Altın sarısı saçlarını taramamı isteyerek elindeki telefonla yanıma geldiğinde, "Telefonu belli saatler içinde kullanmana müsaade edebilirim," dedim.
Başını yavaşça salladı. Bir sakinleşeceği bir de öfkeleneceği zamanı kestiremiyordum. "Tamam, zaten Mustafa'yla oyun oynamak için istiyorum abla."
Üzerine siyah montunu, eldiven ve beresini geçirip indiğimde Hazer'in de giyindiğini gördüm. Önce Behram'ın yanına ardından da telefon almaya gidecek olmalılardı. Hazer portmantodan ayakkabılarını alıp giyerken, "Ben de Kerem’le dışarıya çıkacağım," dedim.
Doğrulduğunda Leo'ya ve sonra bana bakıp şüpheyle gözlerini kıstı. "Ne işler karıştırdığınızı söyle."
"Hayır."
Diretti. "Bilmeliyim."
"Sanmam."
"Mila..."
Eğilip Leo'ya ayakkabılarını giymesi için yardım ettim. "Israrcı bir koca olmak sana yakışmıyor."
"Safir Mila..."
Yine despotluk yapıyordu fakat söylersem tatlı sürprizimin ne manası kalırdı ki? Dudaklarıma hayali bir fermuar çekerek sokak kapısını açtım ve bahçemizdeki karlara bakarken konuyu değiştirmek için, "Hatırlıyor musun?" diye başladım. "Bir gün evine misafir olarak gelmiştim, yine böyle kar yağan bir gündü. Yerden kar avuçlamıştım ve kapıyı açtığın an suratına fırlatmıştım."
Leo hayret ettiğim bir şey yapıp canlılıkla gülerken Hazer de, "Bana vuracağını sanmıştım…" diye mırıldandı.
"Dayak yeme arzun ta o günlere dayanıyor demek ki," diye şaka yaptım.
"Ha ha ha." Yapmacık şekilde güldü. "Sen ve güldürmeyen şakaların karıcığım."
Leo kızıp, "Ablama kötü bir şey deme enişte," dedi.
Hazer dışarıya çıkmadan önce eğilip onu kucakladı. "Bak oğlum, ablanı benden korumaya falan çalışıyorsun... Şovu kes."
"Sus enişte."
Leo'yu ikaz etmeyi düşündüm ama tepkimin aksi bir sonuç vereceğini düşünüp sessiz kaldım. Hazer onun poposuna vurunca Leo kafasını kucağına koydu. Parmak uçlarıma yükselip Hazer'in pürüzsüz yanağından öptüm.
"Leo'ya çok dikkat et, elini bırakma."
"Duyuyor musun Leo?"
"Hayır."
Huysuz. Ben geri çekilmeden önce Hazer yanağını yanağıma sürttü ve kendisi de beni, dudağımın kenarından öptü. Onlar, Hazer'in kullandığı arabaya bindiklerinde karların üzerine basıp onların uzaklaşmasını izledim. Elbisemle sanki karlarla bütünlük sağlıyordum. Onlar sokağın köşesini dönüp gözden kaybolunca mutfağa geçtim. Kendimi günler sonra huzurlu hissediyordum, kalbimdeki hüzünlü ölü kelebekler kozasına gömülmüş gibiydi. Kendime sıcak çikolata yaptım ve gece yaşadıklarımızı, öpüşmelerimizi düşünüp salona geçtim.
Sıcak çikolatamın son yudumunu içerken kapının tıklatıldığını duyup hevesle kalktım, kapıya koştum. Kerem titreyerek içeri girdi. "Götüm dondu."
"Belli," dedim ve ona sıcak bir şeyler hazırlamak için derhal mutfağa geçtim. "Kahve yapayım mı?"
"Sütlü çay yapsana."
Duraksadım. "O nasıl oluyor?"
Ellerini ovuşturarak salona geçerken, "Karım sosyeteden biliyorsun," dedi. "Böyle cins cins şeyler içiyor."
"İlahi Kerem."
Gülerek, "Ben ilahi bilmem, Behram bilir," diyerek kötü şakamı hatırlattı.
Neşeyle gülüp kahve makinesinde ona bir kahve hazırladım ve kupayla dönüp karşısına oturdum. O kahvesini içerken de sabırsızca, "Her şey hazır mı?" diye sordum.
Şoförlük yapmayacağı için oldukça spor giyinmişti. Üzerinde siyah sweat, kot pantolon vardı. Bana göz kırpıp, "Si," dedi. "Sürprizi bugün mü yapacaksın? Ee, küssünüz?"
"Barıştık," dedim mutlulukla. Bakışlarımı kaçıracak yer aradım. "Bugün harika olur."
Kıs kıs gülüp, "Bir şeyden şüphelenmedi değil mi?" diye sordu.
"Hayır," diye güvence verdim. "Zaten son günlerimiz birbirinden ayrı geçti, bildiğin gibi konuşmuyorduk."
Kahvesini yarılayıp, "Atölyesine hiç girdi mi?" diye sordu.
İşaretparmağımı iki yana salladım. "Saklamıştım anahtarı, girmek istediyse bile giremedi."
"Kocasına sürpriz de yaparmış," diyerek eğlendi benimle.
"Kocam, değil mi?"
"Öyle öyle," dedi ve derin bir nefes alıp kahvesini yudumlarken gözlerimin içine baktı. "Fakat küstünüz Mila, buna rağmen ona yapmayı istediğin sürprizden vazgeçmedin."
Kalbimin hissettiklerinden başka bir şey yapmamıştım bakıldığı zaman. "Ona küsken de onu çok seviyordum ve bir noktada barışacağımızdan emindim."
Gülümsemesi yaptığım şeyden emin hissettirdi. "Sen iyi bir kızsın Mila."
"Teşekkürler." Yerimden heyecanla kalktım ve yanına gidip onu çekiştirmeye başladım. "Hadi hadi, gidelim artık!"
Evden çıktık ve gideceğimiz yere varmak için arabaya bindik. Öylesine heyecanlıydım ki belki haftalar sonra ilk kez kalbim tamamıyla huzur kaplıydı. Ümit ediyordum, tüm kalbimle sürprizimi seveceğini ümit ediyordum.
Yollar karla kaplıydı ve tuzlanmıştı, Kerem'den yavaş kullanmasını rica ettim. O kaza gününden beri araba hızlandığında korkuyordum. Aylar önce çalıştığım sahafın önünden geçerken, "Durabilir misin?" diye sordum ve beni anlayan Kerem arabayı durdurdu.
Sokağın karşısındaki sahafa geçerken Kerem düşmemem için koluna girmemi istedi, ben de öyle yaptım ve sahafın kapısından girerken buradaki hatıralarıma gülümsedim. Bu sahafta çok güzel anılarım olmuştu, kendi paramı kazanmıştım, Hazer’le kitap okumuştuk. Hayatımın dönüm noktasını kaplıyordu burası. İçeri girdiğimizde niyetim patronuma selam vermekti fakat kasada bir adamı görünce şaşırdım. Sahafa, raflara, özlediğim bu dünyaya bakarak paltomdaki karları silkeledim ve kasaya yürüdüm.
"Merhaba."
"Hoş geldiniz," dedi yaşlıca adam, başını kaldırıp beni selamlarken.
Kibarca gülümseyip, "Ben geçtiğimiz aylarda burada çalışıyordum," dedim. "Buradan geçerken patronumu görmek için girdim, acaba kendisi nerede?"
"Aaa." Beyefendi, torbaya koyduğu kitabı müşterisine uzatıp tekrar bana döndü. "Çok üzgünüm, kendisi geçtiğimiz hafta vefat etti."
"Aman Tanrım..." Biri beni ittirmiş gibi geriye sıçrayıp parmaklarımı ayrılan dudaklarımın üzerine koydum ve bu hüzün dolu haberi sindirmeye ihtiyaç duyup başımı önüme eğdim. Kerem kolumdan tuttu. Keskinliği yaralayıcı olan haberi sindirip başımı tekrar kaldırıp karşımdaki adama baktım. "Siz?"
"Kardeşiyim."
"An... Anlıyorum. Çok üzüldüm, sabır diliyorum sizlere."
Adam buruk bir gülümsemeyle teşekkür ettiğinde Kerem'e döndüm ve onun da buruk ifadesiyle karşılaştım. Heyecanla girdiğim sahafta yüreğimde bir ağırlıkla nefes alamaz olmuştum. Kerem burada duramayacağımı anlayıp benimle kapıdan çıktı ve sessizce arabamıza döndüğümüzde, "Bu sıralar ölümlerle çok yüzleşiyorum," dedim.
"Belki de sevdiklerimizin değerini anlamamız için işaretlerdir aynı zamanda Mila."
Başımı salladım ve durgun bir ifadeyle emniyet kemerimi takıp onunkini de kontrol ettikten sonra koltuğuma yasladım. Patronum için gerçekten üzülmüştüm, hiçbir zaman samimi bir ilişkimiz olmamıştı ama bana iş vermiş, işimin karşılığını da vermişti. Cennetin güzel bir yerinde olduğunu diledim.
Daha durgun geçen yolculuğumuzdan sonra bize ne için yola çıktığımızı hatırlatan o yere geldik. Her şeyin hayal ettiğim gibi olduğunu görünce gözlerim mutlulukla doldu. Derhal Hazer'i aradım, gelmesini istediğim bir yer olduğunu söyledim. İşleri bitmişti, bu yüzden konum atmamı istedi. Fakat bunun ona sürpriz olmasını istediğim için buraya biraz uzak bir adres verdim, onu orada bekleyeceğimizi söyleyip Kerem’le oraya ilerledik.
Planlarıma göre Hazer buraya Leo’yla gelecekti, ben de Leo'yu Kerem'e emanet edip Hazer'i gerçek sürprizine götürecektim. Elimi cebime atıp yanıma aldığım kurdeleye baktım, onun gözlerini bağlamam gerekecekti.
Kaldırımda, kar yağışının altında beklediğimiz dakikalardan sonra, "Geldi büyükbaş Dalgakıran," dedi Kerem.
Gülüp başımı sokağın soluna çevirdim. Araba karların üzerinde ilerleyip önümüzde durdu ve biraz sonra şoför kapısından Hazer, arka kapıdan Leo indi. Kerem'in kolundan çıktım ve Hazer yaklaşıp elini belime yasladığında, "Hoş geldin mi vida," dedim.
Dudaklarını şakağıma yaslayıp beni öperken, "Hoş buldum balerinim," dedi. Kerem de eğilmiş, Leo'yu kucaklamıştı. "Burada ne yapıyoruz?" diye sordu bu kez Hazer.
Kerem’le bakıştık ve Hazer'e dönüp geriye çekildim. Eldivenli ellerimle omuzlarındaki karları temizleyip, "Seni bir yere götürmek istiyorum," dedim ve sonra Kerem'in kucağındaki Leo'ya dönüp gülümsedim. "Telefonunu aldın mı?"
Leo başını sallayıp elini cebine attı, montundan son model Iphone çıkardı. "Çok paraydı abla!"
Bir şey dememek için kendimi son anda tuttum ve iç geçirerek Han'a mahcup bakışlar attım ama ben daha bir şey diyemeden, "Bana eski telefonunu veriyorsun," dedi Kerem, alıngan şekilde. Hayret bir şey, Leo'ya alınan telefonu kıskanmıştı.
"Hayırdır la, dün karşımda kekeleyerek konuşuyordun, bugün n’oldu?"
Kerem oflayıp kaldırımdan indi. "Çok cimri bir patronsun."
Hazer, ben ve Leo, Kerem'e dik dik baktık çünkü bu abartılı bir yalandı.
Bakışlarımızı fark eden Kerem gülümseyerek Leo'ya döndü. "Hadi, seninle sinemaya gidelim."
Kerem, biz daha bir şey demeden ilerideki, bizim geldiğimiz arabaya ilerleyince Leo'ya el salladım. Başını Kerem'in omzuna koyup o da bana eldivenli minik elini salladı. Onlar arabaya binip gözden kaybolduğundaysa Hazer bana dönüp, "Neler karıştırıyorsun?" diye sordu şüpheci şekilde.
Ellerimi omuzlarından çekip tatlı tatlı gülümsedim ve cebimden mavi kurdeleyi çıkarıp, "Bunu gözlerine bağlamam gerekiyor," dedim.
Yanağını kaşıyıp aniden sırıttı. "Yol ortasındayız Mila."
"İlahi Hazer, çok fesatsın. Hadi, arkanı dön de bağlayayım gözlerine."
Bir şeyleri bilmemek onu sabırsızlandırmaya başladı. "Nereye gidiyoruz?"
"Arkanı dön."
Tehditkâr şekilde bakmaya başladığımda yenilgiye uğrayıp arkasını döndü. Biraz eğildiğinde kurdeleyi gözlerine bağlayıp arkasından düğüm attım ve önüne geçip görüp görmediğinden emin olmak için ona dil çıkardım. Tepki vermeyince görmediğini anlayıp elinden tuttum. "Biraz yürüyeceğiz aşkım."
O da eldivenli elimi sımsıkı kavrayıp sıkkın şekilde yanımdan yürümeye başladı. "Seninle her yere yürürüm."
"Şovu kes," dedim kıkırdayarak. "Yanaklarını şişirmiş, ofluyorsun." Sahici şekilde gülümseyip adımlarımızın izi oluşan karlara baktım ve onunla birkaç sokak yürüdüm.
"Mila, yanımızdan geçen insanlar bana gülüyor mu?"
O sırada sokaktan geçen iki insanın Hazer'e bakıp güldüğünü görmeme rağmen, "Hayır," dedim.
"Yalancı.”
Çilli yüzüne, yumuşak saçlarına bakıp sevgiyle elinin üzerini okşadım. Beyaz elbisemin üzerinde beyaz paltom, kırmızı eldivenlerim ve berem vardı. Gözlerimin ışıldadığını hissediyordum. Nihayet o noktaya vardığımızda tek katlı, restore ettiğimiz binanın merdivenlerini çıktık.
"Düşeceğim Mila!"
Sızlanmasına gözlerimi devirdim. "Aşkım elinden tutuyorum ya..."
Bu eski bir binaydı ama biz restore ettirmiştik ruhuna dokunmadan, merdivenler çok estetik görünüyordu. Merdivenlerin sonundaki kapıyı, Kerem'in verdiği anahtarla açtım ve onunla içeriye girdim. Kocaman, büyük bir alan bizi karşılayınca gözlerim parladı. Kapıyı kapatıp onu beraber bu restore edilen ama tarihi ve estetik dokulara sahip olan alana yönlendirdim. Yüksek duvarları olan, geniş, aydınlık, tertemiz bir yerdi. İçeride uzun, beyaz kolonlar vardı. Duvarlarda tarihi dokuların yanı sıra Hazer'in hoşlanabileceği türden tablolar asmıştım, avizeler minimal ve şıktı.
"Neredeyiz Mila? Gözlerimi açar mısın artık?"
Etrafıma hayranlıkla bakıp tekrar önüme döndüm ve tam karşısında durduğum bu adama aşkla bakıp parmak uçlarımda yükseldim. Parmaklarımı kurdelenin düğümüne uzattım ve çözüp indirdim. Hazer gözlerini kırpıştırıp açtı ve beni görüp gözlerimin içine baktıktan sonra başını etrafına çevirdi. İki yanında duran ellerinden tuttuğumda, "Mila," dedi kocam, gördüklerine inanamayarak. Yüzünü şaşkınlık ifadesi kapladı, hareleri ışıltıyla dolmuştu. "Bunlar... benim heykellerim."
Başımı sallayıp etrafımı bir daha inceledim, atölyesinden alıp buraya getirdiğimiz sayısız heykeline bakıp onunla gurur duydum. Küçüklü büyüklü, emek verdiği, saatlerini harcadığı yirmiden fazla heykel vardı. Hepsi hayalini kurduğum şekilde yerleştirilmişti; herkesin izleyebileceği şekilde. Tekrar ona döndüğümde gözlerimiz buluştu, hayatın kırıp dökmeyi istediği kalbi birleşen ellerimiz bir arada tutuyormuş gibi bana baktı.
"Burası da heykel sergin sevgilim."
Ve dün gecenin aksine gözlerini dolduran duygu, mutluluk oldu.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...